Zamandan bir kesit
Evet! Nerede kalmıştık?
Ben yetmiş yaşımı beklemelerde, günler saymaktaydım… Hatta o günün gelişini beklemelerimde, yaşadıklarımı anlatan bir yazıyı da oluşturmaktaydım. Bazı kez yaşananlar erteletiyor ve o güzel günleri yazmayı da örseliyor.
“Yetmiş yaşım” hoş geldin.
Belki aralarda daha bir ruh gücüm yerinde olduğunda espriyle yazarak paylaşırım. Şunu özellikle belirtmem gerek ki yadsınamaz… Mantık diye haykırıp uygulamama karşın, belki de geçen yılların yorgunluğuyla, duygusallığın baskınlığına yol alıyor. Dış görünümün ve alışagelmiş uygulamalarınla mantıklı davranarak gerekli kararları alıyor ve uyguluyorsun yine ama o içine attıklarınla baş edebilmen için kendine ayırdığın süre ve süreç daha sancılı geçiyor, kendi kendinle. Toparlanman zaman alıyor.
Sürekli geçiştiriyordum yazmayı… Bloga girip gereksiz yorumları çöpe atıp, çöp sepetini boşaltıp çıkıyordum. Bugün yine öyle yaparken, yorumların “An’larınızı kaçırmayın” yazısına yapıldığını gördüm. Nedenini, niçinini bilmiyorum o yazıyı seçişlerinin. İçimden gelen bir dürtüyle yazıyı okumaya karar verdim. Bugünüme öğüt gibi olmuş, iyi ki okumuşum…
Düşününce, “insan kendi olağan davranışlarını bile uygulayamayabiliyor” dedim.
“Zaman her şeyin ilâcı” deriz ya… Ah! O “zaman” nelere, nelere kâdir ve neleri barındırıyor… Yaşadıkça anladığınız.
Yıllar geçtikçe düşüncelerinizin yönü değişiyor, isteseniz de istemeseniz de. Konuşulanlar, bakışlar ve davranışlarsa irdelemeseniz de aklınızdan süzülüp yerini buluyor, çabasız. Bu durum yılların oluşturduğu bir önsezi olabilir ve yanılma payı “küçücük” bir yüzdeyle doğru oluyor. Akıp gidiyorsunuz geçmişe ki oldukça tehlikeli varışlara yol açıyor. O zaman bir duruyorsunuz, “kuşkusuz yaşanacaktı ve yaşayacaklar”a varan bir olgunlukla içe atışlara yol alınıyor. Güç geliyor mu? Yaşayan görecek ve o an bilecek! Bu rahatlatıyor mu? Yine geçmişe yolculuk başlıyor… Ben, sen, o, biz, siz, onlar. Olacak! Döngü bu.
İyi bir şeylere varamadığımın ayrımındayım… Olamıyor!
Dünya’da oluşanlar, ülkemiz… İnsanlara neler oluyor? İklim değişikliği diye herkesin dilinde de neler olduğunu ve olacağını kaç kişi bilinçli olarak anlatabilir? Sıcaklıkların yükselişinin nereye varcağından kaç kişi haberdar? Buzul çağı neden olmuştur? Kaç kişi anlatabilir, gerçeğini? Herkes konuşuyor… “Bilgi sahibi olmadan, fikir sahibi olmak”. Dayanılmaz!
Televizyonda haber izlemek daha beter… Moral yerlerde, sürünerek kalkıyorsunuz ekran karşısından. Bir konu oluşuyor, her kanal üç dört kişi çıkarıyor, konuyla ilgisizler daha fazla ama anlatacakları çook şey var. Haydi onu da kapat geç. Dizi zaten hiç izlemiyorum.
Küçük oğlum ilkokula giderken, bir gün yanıma geldi “Anne lütfen bir dizi izle” dedi. “Neden?” Dedim. Arkadaşları annelerinin izlediği diziyi konuşuyormuş, o katılamıyormuş konuşmalara. Kıramadım, yabancı bir dizi vardı onu izleyeyim dedim… İkinci bölümden sonra yayından kalktı. Adı neydi bilmiyorum bile. Olmadı tabi oğlumca. Hem yabancı dizi, hem de sürmedi. Garibim!
Uyamadık ortama ki hâlâ uyamamaktayım. Benim için dayanılmaz, katlanılmaz… Ne edeyim? Oysa ne belgeseller, ne güzel yapımlar var Dünya’yı tanıtan, gerçekleri yansıtan. Ne güzel kitaplar var, seni aydınlatan. Ne güzel uğraşlar var, kendini geliştirebilecek. Gerçekten anlayamıyorum, hiçbir eylem yapmadan oturup televizyon izleyenleri… Bana uymuyor.
Aklım eskilere gidiyor, istemsiz. Çocuklarıma bakarken, “ev hanım”cılığı da oynayamamıştım ben. Şemsipaşa Kütüphanesi’ne üyeydim, tek kitap veriyorlar okumak için, götürüyorsun yenisini alıyorsun. Minicik iki çocukla zor oluyor, gidip gelmek. E! Benim okuma hızıma yetişmiyor, sıklıkla yeni kitap da satın alamıyorum. Gittim müdüre, derdimi anlattım, benim o iki ufaklığı da üye yapıp “üç” kitaba çıkardıydık alışlarımı.
Şimdi “gün” denen yeme, içme ve kimsenin birbirini anlamadığı bir avaza konuşma ortamına dayanmak komşuluksa, ben içinde “hiç” olamadım. Kendinle baş başa, hafif müzik eşliğinde kitap okumanın hazzı neyle ölçülür?
Çocukluğuma dönüyorum, aynı ben… Kitap okurken canlanan kişilikler, evler, yaşananlar. Biri seslendi mi yeniden gerçek ortama dönüş güçlüğü… Çünkü sen kitabı okumuyor, yaşıyorsun canım. Ailemin ne alaylarına konu olmuştum, evlendiğimde bile okumayı sürdürdüğümden. Onca koşuşturmaya karşın uykumdan fedakârlık eder, gece kaç kez kalkacağımı, sabah erkenden uyanacağımı bile bile herkes uyuduğunda kitabımı alıp, köşe lâmbasının altında koltuğuma kıvrılır ve o eşsiz saatlerimi yaşardım. O anlara dönüp yaşadığımı düşünmek bile yüzümde kocaman bir gülümseme yarattı. Çok güzeldi, muhteşemdi. Bana göre bu eşsizlik, çoğu kişiye anlaşılmaz nasıl olabilir? Ömrüm boyunca yaşadığım bu güzellikleri, yeni şeyler öğrenmenin beni mutlu ettiğini nasıl anlatacağımı ve neden anlaşılamadığımı bilemedim… Yaşım yetmiş, yine bilemiyorum. O nedenle “anlatılmaz, yaşanır” deyip geçiyorum.
İnsanlar değişmez ancak kendini geliştirebilir. Yaş aldıkça ise özüne dönüyor kişi.
Şimdi gelmişsin yetmiş yaşına, babaanneliğini yaşa… Olmuyor işte. Bedenle ruh da uyuşmuyor… Ruh hep genç, anlatamıyor beden kendini. Aklının alabildiğince öğrenmek, göz görüyorken okuyabildiğince okumak, uğraşlarını geliştirmek, elinden geldiğince teknolojinin içinde olabilmek, özetle “kendi beğenileriyle var olmanın dayanılmaz keyfi yaşanmak isteniyor” demek. Şu an ben blogumda yazmanın hazzını yaşıyorum diyebilirim. Çok şükür ve hamd olsun.
Geçenlerde yine Huzur Evi’ne gittik, bir tanıdığımızı görmeye. Tek bir araba vardı kapıda, ziyaretçi miydi, bilmiyorum? Artık orada olanlara farklı bir gözle bakıyorum… Bir de mezarlık ziyaretinde, orada yatanlara da. Huzur Evi’ndekiler en azından orada kalabilecek olanakları olduğu ve mezarlıktakiler de yerlerini belirten bir işaretleri olduğu için. Çünkü hayat öyle zor ve yaşamak öyle güç oldu ki ve de mezarlıklar şehir dışında ücra köşelere taşındı ki…
Gerçekler çok acı! Bıraktım huzur evi fiyatlarını, ev kiralayabilecek gücü bile kalmadı insanların. Üstüne yakıt, su ve elektrik, televizyon izlemek için para, aidat, telefon ücreti ve varsa internet… Yiyecek, içeceğe bile ne kalıyor? Hele çocuğu olup giysi, okul, nakliye ücretleri olanlar ne yapacak? İşte aklım burada dumura uğruyor. Allah esirgesin hastalık ya da normal rutin sağlık kontrolleri…
Yükle “Her şey güzel olacak!”
Neden uğraşıp, koşturduk biz? Nereye varacağız?
Çocuklarımızı büyütürken, yazmıştım belki de bir yazımda… Her hafta, bir yemeğe çıkardık. Her ay tiyatroya bilet alır ve yemek yer, oradan izlemeye giderdik. Ne ara açıldı bu uçurum? Ne yapıyor şimdi çocuklarımız? X, Y, Z kuşağından falan anlamıyorum ben. Her daim bilinçli bir gençlik ve çocuklar istiyorum. Üstelik bir isteğim daha var, bize “Âdâb-ı Muâşeret Kuralları” diye okuttukları kitabın “Görgü Kuralları” diye çocuklara ve gerekiyorsa ailelerine de okutulması. Çocuk, ailede yetişir.
Biliyor musunuz? “Saygı” çok çok önemli. “Sevgi”nin gücü yadsınamaz ama saygısız bir sevgi hiçbir şeydir, bana göre. Önce tanı, saygı duy ve sev. İşte bu sonsuza dek.
Ne çabuk tüketiliyor her şey oysa…
Yazımın buralara geleceği belliydi baştan. Modum bu seviyelerde geziniyor. Daha güzel günlerde olmamızı seçiyorum.
Bolluk ve bereketle… Kalın sağlıcakla.