Ben, sen, o… Bizler.
Duru beyaz bir ten, açık mavi yeşil arası kavuniçi hâreli gözler, güzel bir yüz yapısı, elmacık kemikleri belirgin, kınalı saçları ile güzeller güzeli bir kadın… Sanatkâr yapım, güzelliklerin ayırdında ve babaannem gerçekten güzel bir kadındı. Nurlar içinde yatsın. Akıllıydı, hamarattı, boş oturmazdı. Elinde mutlaka bir işi olurdu. İş olmadığında “kûlhûallah” ile hatim yapardı… Her nokta arasında bir tane okuyarak. Bilene bilmeyene öyle diyelim gitsin.
Babam Polis Koleji’ni bitirip, ilk Düzce’ye tayini çıktığında ve o arada annemle de evlendiğinden, babaannem Denizli’den “Dur şu çocukları bir yerleştireyim de geleyim” diye yola çıkmış, çıkış o çıkış. Birlikteydik! Rahmetli amcam Orman Fakültesi’nde okuyor, nasılsa o da yok yanında… Gidip ne yapacak? Amcam da evlenmiş ama babaannem bir gün dahi evden hiçbir yere ayrılmamış.
Burada bir mola ve ben kişisi geriye dönüş yapıyorum… O anlarda haklı olduğunu düşünen ben, şu an üzüntümden o günleri geri getirebilmeyi istiyorum.
Babaanneme kızınca ”O benim babam” derdim, o da “O benim oğlum” derdi. Bense babamın bana daha yakın olduğunda diretir, onu üzerdim. Bir babaanne olarak, şu an onun verdiği emek ve benim karşılıksız beklentilerimi “görüyorum”.
Babaannem dediği dedik bir kadındı, sevdiğini sever, sevmediğini de belli ederdi. Annem bana “Aynı babaannene çekmişsin” dediğinde, hani o “iyi yönleri bana” anlamından öte, doğruyu dermiş… Huy! N’tçen gâri! 🙂 Gerçi babaannem idare etmesini de bilirdi ki ben o konuda hiç başarılı olamadım. Dimdirekt biri olarak yaşamımı sürdürüyorum. İtici mi? Ben böyleyim.
Hani sıkça dile getirdiğim evin en küçük kızı olma durumlarım var ya, işte bu durum bizi babaannemle çok yakınlaştırdı. Çünkü gezmelere gidildiğinde ben “evde bırakılan” olarak, babaannemle zaman geçirirdim. Ondan çok şey öğrendim, şekillendim… Tabii ben istediğim kadarıyla. Çünkü içimde verileni tartar, aklıma yatarsa benimserdim. Yoksa kimse yolumdan çeviremezdi. Yaramazlık mı bu şimdi? Öyleyse, öyledir.
Ablalarım anne babamla gitmek istemediklerinde, ben tek olarak götürülürdüm, gittiğim yerde “sizin kütüphaneniz var mı?” diye sorar, oradan kitaplar seçer, bir kenara çekilir, içlerine gömülürdüm “haydi dönüyoruz” denilene dek. Kimseye yaklaşmazdım. İlginç bir çocuktum.
Babaannem mutfak ve alışveriş işlerinde tek yetkiliydi. Annem dahi mutfağa girip, bize bir şey pişiremezdi. Sonrasında annemden “Babaannen yardımcı olmasa ben size bakamazdım.” sözünü duydum. Kolay mı? Kadıncağız beş çocuk, sekiz nüfus nasıl başa çıksın? Demek ki biraz içlense bile olaya kendi açısından bir bakış geliştirmiş.
Annemin okul hayatı başarılıymış. Ortaokul üçüncü sınıfa geçtiğinde, komşu evin oğlu mesleğini ele alınca, büyükler aralarında karar vermişler, evlendirilmiş… Sokakta oynarken eve çağrılmış, evleneceksin denmiş. Şu an hesaplıyorum, annem 27 (yirmiyedi) yaşındayken ben doğmuşum, dördüncü kız çocuğu ve 36 (otuzaltı) yaşındayken son turfanda oğlu olmuş… Beş çocuk ve otuzaltı yaş. Kadın bıkkınlıkta haklıymış.
Oysa ne hayâlleri vardı kim bilir? Böyle diyorum çünkü annem okumayı, yazmayı çok severdi. Bende küçük bir defteri var… Düzce’den beridir ve de hemen akabinde İstanbul’a atandıklarından sonra da yazdıkları. Çok güzel bir yazısı var. Şiirler, notlar, neler neler… Yerde bir kâğıt parçası bulsa okumadan geçmezdi. Hep okudu… Bizlerin aldığımız kitaplarımızdan ister ve okurdu. Kur’an-ı Kerim’i Arapça okur, hatim ederdi. Türkçe mealini okumayı da ihmâl etmezdi.
Annem de çok güzel bir kadındı. Dalgalı saçları, mavi hâreli gözleriyle Avrupai bir havası vardı. Çok şık ve zevkli giyinirdi. Annemin ben beş altı yaşlarımdayken bir görünümü vardır, gözlerimin önünde… O zaman bilmediğim sonradan jorjet olduğunu öğrendiğim kumaştan üzerine oturan siyah bir klapeli elbise… Yakası ve kol uçlarına leopar kumaş geçirilmiş… Siyah küpe, kolye, bilezik takımı ama içinde sade çiçekler iliştirilmiş. Saçları dalgalı kesim, gözler muhteşem ve incecik bir beden. Mecmua kapaklarında gördüğümüz artistler gibi ve ille de Rİta Hayworth. Hayranlıkla izlediğimi net anımsıyorum.
Kendimi öylece boş boş ekrana bakarken buldum. Sizler için belki de okuyup geçtiğiniz bir yazı… Ya da sizler de kendi açınızdan o günlere gittiniz. Derler ki yaşlandıkça geçmiş daha net, günümüz daha az hatırda olurmuş. Ben geçmiş günlerimi genelde hep netlikle hatırladım. Belki de görsel hafıza durumlarından.
Bir travmam var 🙂 O zamanlar travma desen kimse anlamını bilmez ve de kimin umurunda? Ben de travma olduğunu 60 (altmış) yıl sonra öğrendim. 🙂 Hoş bana göre o denen de değil ama içimde “cız” bir anı.
Babaannemle evde bırakılacağım bir gezme gecesinde, tabii ben kesin tutturdum “gidecem” diye. Okula gitmiyorum daha, küçüğüm. Babam geldi benimle bir pazarlık yaptı. Elinde kâğıtlar ve baktın mı arkasını gördüğün bir kalem… “Tükenmez Kalem”miş adı. “Bunları veriyorum, senin olacak ama evde kalmayı kabul edersen.” dedi. O zamanlar da kâğıt, kalem hastasıymışım meğer, derim ya 7’den 70’e insan hep aynı. 🙂 Ben hemen tamam dedim, yazıp çizdim ve tüm gece ışığı bile söndürtmedim, kalemle aşk yaşadım… Işığa tuttum, o zamanlar ışık kırılmasını bilmediğim, çevirdikçe çıkardığı envai çeşit renklerine baktım… Kesin öyle uyuyakaldım. Sabah kalem gitmişti… “Cız anı” bu işte. Şimdi bir düzine aynı kalemden aldım ama o kalem “içimde”.
Kalabalık bir ev, zapt edilecek çocuklar, onlar da kendi çaplarında çözüm üretiyorlardı sanırım. Evimiz hep derli toplu olur, onca insan yaşamamıza karşın, dağınıklık göremezdiniz. Şimdi ben de asla dağınık bir evde oturamam. Ev temiz, düzgün olacak. Gece yatmadan evi toplarım ki sabah uyandığımda derli toplu bir eve merhaba diyeyim.
Geçenlerde baktım çok bitkinim. “Acaba hasta mı olacağım?” dedim ve hemen evi toparladım. Biliyorum hasta bile olsam, düzgün bir etraf olsun da hastalığımı öyle geçireyim modundayım. Titizlik falan değil… Yalnızca dağınıklık canımı sıkar. Şu an minnak bir 2+1 de oturuyorum. Eğer aldığını aldığın yere, çıkardığını da havalandırıp dolabına koyarsan sorunsuz ve zevkle yaşıyorsun. Bu benim seçimimdi, yorulmuştum büyük evlerin bakımından. Gerçekten mutluyum ve farklılık istersem yine bu tür bir ev seçerim.
Babaannemle başlayıp aralara anne ve babamın da girdiği bir öykümsü… Başlıyorum yazmaya ve aklım birini yazarken ötekilere gidip geliyor. Sonuçta benim anlatımım genelde bu minvâlde… Derken minvâl arapça bir sözcük olmasına karşın silip değil TDK’daki anlamını yazarak düzeltmeyi yeğledim… “Biçim, yol, tarz.” demek.
Yazıya başlamadan, makineye ekmek malzemeleri koymuştum, miss gibi kokular geliyor.
Dönüyorum eskilere ve diyorum ki acaba annem ve babaannem benim için bu konuda ne düşünürdü? Kesin “kendin yapsana” ya gelirdik biz.
Hayatımı kolaylaştıran yardımcı elemanları seviyorum. Elektronik âletlerse bunlar, varsın olsun. Evet! Ben baştan dedim/derim ve bu tutumum eleştirilir. Oysa olması gerekenler bunlar. Eskiden düşünürdüm, bir robotum olsun ve dediklerimi yapsın. Şimdi yapay robotlar, yapay falan değil, bildiğin insan, bizden de gelişmiş durumda.
Yoğurt makinesi bakıyordum. Yorumları okuyorum ve bir tanesinde “yoğurt kaplarını bulaşık makinesinde yıkıyoruz ama üstüne kapattığımız naylonu neden yıkayamıyoruz” diye şikayet var. En azından kapakları elimde yıkıyorum diye söylenmiyorum… Bu da bir şey değil mi ama? 😀
İnsanın kendisini olduğu gibi kabul etmesi muhteşem bir şey. Tek yapacağınız kulaklarınızı gelen söylemlere kapamak, doğru bildiğinizi, içinizden geleni uygulamak. Hayatta kimse memnun edilemiyor ve hayat kimseyi memnun etmeyi gerektirecek kadar uzun değil.
Kendimi seviyorum ve onaylıyorum. Bu hayat benim. Biraz uçmanın hiçbir zararı olmaz, yeterki ayaklarınızı sağlam basın. Aklınız, mantığınız sizi yönlendirecektir.
Sevgiyle kalın.
#babaanne #anne #baba #huy #anı #CızAnı #biranne