Şimdi okullu olduk… Öğretmenim canım benim…
Cumartesi günü NTV’de Üsküdar’ı anlatan bir program vardı… Ayazma Camisi’ne gittiler, ben de ilkokulu Ayazma İlkokulu’nda okudum ya, anılarım depreşti. Zaten hep yazmayı istiyordum ilkokulumu, öğretmenimi, bugün gündüz yazacağım diye karar aldım… Aklımda ilk paragraf oluştu, akıyor ama dışarıdayım, gece bunları yazarak başlarım dedim içimden. Gece oldu, oturdum MacBook Air başına, açtım yeni bir sayfa, aklımda gündüzün paragrafından tek satır yok.
Benim bundan önceki aynı adlı, hani o yazılarımın silindiği blogumda, gece yatınca aklımda oluşurdu yazacağım yazı ve ben hemen kalkar kâğıda notlar alırdım, doğru işmiş… Ertesi günü oradan yola çıkar ve akardı düşünceler. Bunu yapmalıyım yine, altı üstü birkaç satır not… Sesli mesaja kaydet, telefonun notlar bölümüne yaz gibi olanaklar var. Kendime not: Bunu unutma!
7 – 70 arasında gel gitlerle yaşıyoruz. Bugün Twitter’da bir doktor “Yedi yaşındaki çocuğunuzu hastaneye nasıl yalnız göndermiyorsanız, yetmiş yaşındaki yaşlınızı da göndermeyin.” yazmış. Bu her tarafa çekilecek deyişi bir başka zaman uzun olarak yazacağım. Dokundu!!! Buraya not düşmüş olayım. Bu arada zaman geçer biraz durulurum.
Yedi yaşında okula başlanırdı ve ben erken gittim okula. İlk gün annemle babam geldiler, bir büyüğüm ablam beşinci sınıfa gidiyordu. Nasılsa o var, o göz kulak olacak düşüncesindeler. Toplaştık, bekliyoruz, kim hangi şubeye, hangi öğretmenin sınıfına gidecek, isimler okunacak. Sağdan soldan “Aman 1-B şubesine çıkmasın, öğretmen çok sert, disiplinli, ona vermişlerdi çocuğumuzu, başka şubeye aldırdık.” diye konuşmalar geçiyor. Sordum “Siz benim için bunu yaptınız mı?”. “Hayır! Asla! Hangi şubeye verdilerse oraya gideceksin. Böyle bir ayrımcılık yapılmaz.”. Özetle “ne çıkarsa bahtına durumları” ve ben endişe içindeyim. 1-A ve 1-C şubeleri had safhada dolmuş, 1-B bir avuç çocuk ve ben onlardan biriyim. Değiştirin tutturmalarım bir işe yaramıyor ve beni bırakıp gidiyorlar. Öğretmen bizi önüne katıp, sınıfa sokuyor.
Gerçekten çok disiplinli bir öğretmendi, ezber isterdi, matematik ağırlıklı eğitim verdi ya da benim aram matematikle iyi olduğu için öyle geldi. Defter kaplamayı öğretti, bir milim taşkınlık olmayacak, kenarlarını katlayıp içine saklayacaksınız, etiketi ortalayıp yapıştıracaksınız, üzerine isimlerinizi kendi yazınızla yazacaksınız, “tüm bunları öğrettiğim gibi *siz* yapacaksınız, yoksa anlarım” dedi. Benim gelişmiş sorumluluk bilincim, evdeki kişilerden tek yardım almadan, kendi başıma yapmayı yeğledi. Ya bir milim taşkınlık yaparlarsa korkusundan. Lâkayıtlığa hiç gelmezdi.
Dergi verilirdi her hafta ve o konular işlenirdi. Dergilerin sayfaları yapışık gelirdi. Öğretmenimiz evde bıçakla muntazam olarak nasıl açılacağını gösterdi ve “tek bir tırtık olursa” ceza vereceğini söyledi. Hiç tırtık yapmadım taa ki… O haftaki dergilerimizi dağıttı. Ben çantama koyup eve geldim. Evde misafir var ve çok yaramaz Cihangir isimli bir çocukları var. Çantamı bir köşeye koydum, sokağa çıktım. Neyse gittiklerini görünce eve geldim, ödevlerimi yapacağım, çantayı açtım, dergim buruşmuş, tırtıklanmış, berbat. Yani hiç misafir çocuğu oyalamak için kendi çocuğunun ders göreceği dergi verilir mi? Neymiş “resimler var diye çocuk oyalanacakmış”. Çocuk da benden bir yaş mı ne küçük. Perişan oldum, cezalanacak olan benim, hem de suçsuz yere.
Elimden geldiğince düzeltmeye çabaladım ama o tırtıklar durdu kaldı. Makasla bâri düzeltin değil mi? Ertesi sabah okula gitmek istemedim, ya da gel dedim anneme bunun benim suçum olmadığını söyle. Git başının çaresine bak şeklinde okula yollandım. Sınıfta dergileri masaların üzerine koyduk, tırtık denetimi var ve benim dergi buruşmuş, tırtıklanmış, öylece sırada duruyor. Tabii kendimi savundum, evde olanları anlattım ama bu kez de dergimi koruyamadığım için suçluydum. Beş altı çocuk tahta önüne dizildik, avuçlarımızı açtık, cetvelin sivri kısmıyla vurulduk. Bana hafif vurdu, bunu ayrımsadım ama kendimi o kadar yerin dibine geçmiş duyumsadım ki anlatılamaz. İlkokul ikinci sınıftaydım.
Şimdi ilkokul dördüncü sınıfa atlayacağım, bağlantılı çünkü, aklımda zımba gibi duruyor. Resim dersi için iki resim yapmamızı istedi öğretmen ve benim resimlerim hazır. Bir kız arkadaşımsa gezmeye mi ne gitmişler, yapmamış. Tabii öğretmene hesap vermesi gerek. Öğleden sonraydı resim dersi. Baktım öğle tatilinde hem annesi hem de teyzesi gelmiş, resim yapmadığı için bahaneler sıralıyor, öğretmeni yumuşatıyorlar. Yumuşadı demek öğretmen, neler söylediler, ettiler bilmiyorum ama ceza almadı. İki kişi ödevini yapmadığı için geldiler ve ben bu durumu o arkadaşımın başı sıkışınca, onları getirdiğini yine ve yine gördüm. O yaşımda “bu haksızlık” dediğimi ve elimden bir şey gelmediğini çok net anımsıyorum. Kafamda bir şeyler oluştu, o oluşanlar şu gün bile geçerliliğini koruyor.
Hayat!
İlkokul ikinci sınıfta ihtilâl oldu ve okulca bir resim yarışmasına katılma kararı alındı. Öğretmenim beni beşinci sınıfların arasına gönderdi ve biz birkaç kişi koca bir resim yaptık, yarışmada ödül aldı. Serince bir sabah öğretmen bizi aldı, bahçede, resmin önünde fotoğraflarımız çekildi. O fotoğrafı bulsam da koysam buraya… Arayıp, bulacağım. Ufacık, üşümüş, titreyen bir ben var orada. Canım küçüğüm, Fatoş’um seni çok seviyorum. Evet! Sıklıkla bunu kendime söylüyorum… O küçüğüm buna fazlasıyla lâyık, sevgiye ve takdir edilmeye.
Çarşamba günleri film gösterisi olurdu, parası olanlar gidebilirdi. Olmayanlar sınıfta etkinlikler yapardı. Bir kez gidebildim… Dolu bir salon, avaz avaza bağırışlar, anımsamadığım ve ilgimi çekmeyen bir film. Ya gitmeye olanağım olmadığı için ya da gerçekten ortamdan hoşlanmadığımdan, gidemediğime pek üzülmedim. Benim meğer o zaman da kendimi öyle rahatlatma tekniklerim varmış… Mantıklı düşün, yapamadığın şeyler için üzülme, bir sevimsiz neden bul. Ders de çalışırdık, o zaman içim biraz kıpırdanırdı “millet film izleyip eğleniyor, biz ders yapıyoruz” diye ama atardım aklımdan hemen.
Öğretmenim bu aralarda ya da bazı kez ders esnasında beni üst sınıflara götürür, onların çözemediği problemleri çözdürürdü. Neden olduğunu anlamazdım ve “ya çözemezsem” diye iç geçirdiğim olurdu ama hep çözerdim nedense. Belki de bizi öyle yeterli çalıştırdığına emindi ve öğretmenler odasında konu olunca hoop alıp götürüp, çözdürüyordu. Şimdi öyle bir düşünce oluştu bende. Gerçekten her konuda yetiştirmek için uğraşırdı. Okulda bir resim kursu açıldı ve öğretmenim beni hemen oraya yazdırdı. Bodrum katında bir sınıf açmışlardı, sınıfın camları Ayazma Camisi’nin avlusuna bakıyordu. İlk “perspektif kavramı”yla tanışmam ve cami avlusunda iskeletlerin olduğu, dolaştığı hikayesiyle korkmam da aynı anda oldu. Hayatta cami avlusuna gitmedim bir daha. Teneffüs aralarında kaçıp gitmeyelim diye bir önlemdi ve amacına ulaştı.
Okulumuzla evin arasında bayağı bir mesafe vardı. Öğlen teneffüsünde eve gidip yemek yer, geri dönerdim. Öğleden sonra iki dersimiz daha vardı. Yemekhane vardı ama onun için bütçe yoktu. Bir de unutamadığım “börek”. İki fırın vardı yan yana. İlk fırında “halka”, ikinci fırında “börek” favorimdi. Hadi ara ara tek halkaya verecek para bulurdum da börek pahalıydı. Şu an bile o halkalardan İstanbul kazan ben kepçe arar, bulduğumda alırım. Kardeşim doğacağı gün bana para verdiler ve börek alabileceğimi söylediler, öğlen sakın eve gelme diye tembihlediler. Çok sevinçliydim börek alıp yiyeceğim için ama bir taraftan da olaylardan uzaklaştırıldığım için burulmuştum. O çok sevdiğim böreği bu duygularla yedim.
Okul bitişini zorlukla bekledim. Eve dönüşte kafamın içinde sorular uçuşuyordu. Üçüncü sınıfa gidiyordum. Biz dört kızdık, erkek olsun istiyorlardı, hüsrâna uğradıkları benden sonra. Komşular da erkek olursa “ayakkabımın dama atılacağını” söylüyorlardı. Neyse sevdiğim ayakkabılarımı okula gelmeden saklayıp sağlama almıştım ama merak içindeydim “erkek” olursa neler olacak? Başıma bir şey gelecek mi? Evimiz bir yokuşun orta yerindeydi. Daha ben yokuş başına geldiğimde, gelme saatimi ayarlamış bir komşu, benden bir yaş büyük kızını da yanına almış, beklemelerdeymiş… “Oğlan oldu.” diye ağzını doldura doldura müjdeyi verdi.
Eve gittim, herkes bana bakıyor, bir şey yapmamı bekliyor ki bunu bir kez daha yazdım sanırım. “Altını açın” dedim. Oğlan olduğuna emin oldum. Yani ufacık bir bebek de ben ne yapmalıyım, ne bekliyorlar, bunu çözemiyorum. Çözemedim de… Bir oda vardı, anneannemin anneme (rahmet olsun onlara) işlediği çeyizdeki menevişli menekşelerin olduğu örtüler seriliydi. Gider o çiçeklerin renklerini izler ve düşünürdüm “Ne yapmamı istiyorlar?”. Beklentileri “kıskanmak”mış meğer. İyi de o olay bende hiç olmadı. Ne çocukluğumda ne de şimdi. Herkesin bir yazısı olduğuna inanırım. Her bir bireyin de farklı yaratıldığına. Herkes kendisi kadardır. Ben bir şeyi isterim, oldurmak için uğraşırım, olursa olur, olmazsa yapacak bir şey yok. Hayat “bende neden yok diye üzülmek yerine elindekinin değerini bilmekten geçer”… Hayat; bu nedenle üzülmek, kendini harap etmek lüksü kadar uzun değil. Gerçekten bunu benimsediniz mi olay tamamdır.
Giysi, ev, başarı, güzellik, tatil, …, aklınıza ne gelirse.
Aldığınız bir şeyi severek giyin, bir başkası ne almış diye kıyaslayarak değil.
Evinizde huzur, sağlık ve ağız tadı varsa, bir başkası sarayda da otursa siz içinize dönün ve orada mutlu yaşayın.
Başarılarınızla da başarısızlıklarınızla da övünün çünkü çabalamışsınız ve o kadarını yapabilmişsiniz. Geri bakmayın, bir öteki adımı atın.
Güzelsiniz buna inanın. Önemli olan donuk yüz güzelliği değil, içinizi yansıtan doğal güzelliğinizdir.
Tatile gittiğinizde etrafınıza bakın, sevecek bir doğallık mutlaka vardır, ânın keyfini yaşayın, şükredin.
Böyle böyle çoğaltılabilir.
Sabah kalktığınız için yeni güne merhaba deyin.
Aynada kendinize gülümseyin, ona sevdiğinizi söyleyin.
Nefes alabildiğiniz, yiyeceği alabildiğiniz, yiyebildiğiniz, yediğinizin tadına varabildiğiniz için şükredin.
Bir gün otobüse yetişmek için koşmam gerekti ancak ayağım bir nedenle zedelenmişti, koşamıyordum, şoför bekledi, teşekkür ettim. O tıknefeslik içinde, tüm yaşamı süresince böyle yaşamak zorunda olanları düşündüm ve utandım… Çünkü o güne dek aklıma bile getirmemiştim.
Şükretmek için öyle çok nedenimiz var ki bizler şikâyet etmekten aklımıza bile getiremeyebiliyoruz.
İşte yazımın başında “1-B bir avuç çocuk ve ben onlardan biriyim. Değiştirin tutturmalarım bir işe yaramıyor ve beni bırakıp gidiyorlar. Öğretmen bizi önüne katıp, sınıfa sokuyor.” demiştim ya…
“İyi ki öyle olmuş, sağlam atılan temeller üzerine inşâ edilen ne olursa olsun, yıkılmaz, eğrilmez, dimdik durur. Allah rahmet eylesin Mustafa Türkay öğretmenime.” diyor ve şükrediyorum.
Sevgiyle kalın…