Geçmişten bugüne…
Öykümsü geçmişe devam…
Geçen gün küçük oğlumlardayız… Ben yine geçmişe dair bir şeyler anlatıyordum ki “Anne sen bir kâğıt kalem al da yaz bunları” dedi. Kâğıt, kalem benim olmazsa olmazlarım bilinmesi gerek ama “olsundu”. Çantamda mutlaka bulunur, bir de kitabım “ya okumak isteyeceğim bir an olursa” diye… Olur ya sıkıldığım bir ortam olur ve ben oradan kafaca uzaklaşmak isterim. Düşünceye daldığımda, içinden çıkamadığım bir durum olduğunda da desen çizmek için karalama kâğıdı gibi kullanacağım ya da o an düşüncelerimi dökmek, paylaşmak isteyeceğim, yazacağım kâğıdım. Yazar, yırtarım ama arada kalanlar da oluyor ki geçenlerde bir tanesine Osmanlıca yazmışım, okuyan anlayamasın, o an aklımdan dökülenleri yalnızca ben okuyabileyim düşüncesiyle. 😉 Arada bu kadarına da aklım ermiş o sıkıntılı ânımda… Aferin bana.
Bu kadar yazıp, beni anlatıp, oğluma dediğimi demesem olmaz “Oğlum zaten ben blogumda istediklerimi özgürce yazıyorum, karışanım olamaz, orası benim… Dileyen okur.”. Bir duraladı, sanırım blogum olduğunu anımsadı, sessiz kaldı. Yakınlarımdan kimsenin okumadığını biliyorum, belki de zaten hiç kimse okumuyor. Gerçekten benim için sorun yok. Ben istediğimi yapıyor olabilmenin keyfini yaşıyorum. Bazı kez bu denli kimseyi umursamamamın bencillik mi olduğunu soruyorum kendime… Değil! Varım!!! Dünya için elâlemin bana tanımladığı görevleri de hakkınca yapıyorum. Öyleyse burada dilediğimi yapabilme özgürlüğüm de var. Bir aşma, taşma, zarar verme durumları da yok. Özgürlüğün tanımını belirlemişim kafamda (Çaktırmadan kendini kısıtlamanın tarifi budur). Yola devam!
Aslında düşünürken, eylem yaparken, konuşurken dahi aklımız öğretilen, belletilenler kısıtlamasını getiriyor, ister istemez… Bu burada dursun. Hayatın gerçeği. Küçüklüğümde de, gençliğimde de ve hatta şu anda da “özgürlük” dediğim, kısıtlamaların aklıma verdiği komutlar çerçevesinde olduğu. Benim öykü bölümüne bile geçebilmem için iki paragraf kendimi anlatma durumlarım… Ne edeyim? Yaşadım ve paylaşacağım… Yaş kaça gelirse gelsin, anlaşılabilme isteği… Bir aklımdan çıksan artık. Umursadığımın kanıtı mı? Demek aklın o bir köşesi var ya… Olmaz olası!!! Yaşıyoruzdur da kendimizce güya bir kenara atıp; dilediğimizi yaptığımızı, düşündüğümüzü varsayarak rahatlıyoruzdur. 😀 Çelişkiler yumağı… Geçtik!
O gün oğlumlardayken ne anlattığımı unuttum, aklımda ablamların gelin olurken yaşadıklarımız var… Bir kenara not almışım. Bilirsiniz evde kız çocukları varsa, onları istemeğe gelenlerin olduğunu… Ya da çağımızda yaşananlara bir bakınca, çook uzakta kaldı o günler. Biz yaşadık, yarım asırı geçmişler olarak. Aslında benim için zevkli günlerdi. Ablamlara görücü gelecek, bende bir heyecan, olay var o gün. Bir tanesinde okula gidip gitmediğimi bile şu an anımsamadığım kadar küçüğüm ve ablam henüz okuyor… Babam kıramamış, ayıp olur diye rıza göstermiş gelmelerine, verilmeyecek ablam, o kesin. Asıl düşüncesizlik, o kişileri alıp da getirenlerde, bu kadar net. Kız çocuğu çok ya “Vah vah, bu kızlar ne olacak, kim isteyecek, evde kalacaklar, aile onlarla ne yapacak?”. Kulaklarım bu sözleri çok duydu. Ablalarım da kız lisesi olmadığı için, kız enstitüsüne gitmek zorunda kaldı. Bitirince Ankara’da üst eğitim alma haklarını kazandıkları halde, yurtta kalacakları nedeniyle okumalarına izin verilmedi.
Bizde babamın bir kuralı vardı “Sınıfta kalırsan, evde bulaşık yıkarsın”… Hepimiz çok çalışkan, sınıfını geçen, takdir alan kızlar olduk. Bu iki büyük ablamın eğitimlerine devam etmelerini sağlamadı, ne yazık ki… Biz arkadan gelen iki kız, kız lisesi açıldığı için liseye devam edebildik, üniversiteye gidebildik ve yalnızca ben mezun oldum. Aklıma koyduğumun ardında dururum, tüm zorlukları aşmak da benim huyumdur. Bir gün onu da anlatacağım, mezuniyetimin maceralarını. Hayatım hep macera yaşamak ve aşmak üzerine kurulu gibi… 😀
Ablalarımı istemeye gelince insanlar, en küçük olduğum için bana hep izin vardı. Niyeyse ondan küçük olanlar çıkarılmazdı. Hâlâ bir anlam veremiyorum, neden? Ya ötekini beğenirse falan diye mi acaba? Saçmalık. Zaten olay başlı başına saçmalık. Hani birbirlerini görürler, beğenirler, gönülleri olur, gider aracı olursun. Yok! Durduk yere “Biz beğendik, kızınızı istiyoruz.” demek nedir yâ hu? Öyleydi! Hiçbiri de başarılı olamadı, o ayrı. Bana gün doğardı, o da ayrı. Gelen insanların karşısına geçer, incelerdim. Üstelik bir de ikram olayı vardı, kekler, kurabiyeler falan… Bana eğlence o günler. İstemeye gelen çok oldu… Ablalarımın en başından itirazları olmasına karşın.
Sonunda gönüllerinin olduklarına evet dediler, bu güzeldi. Tabii çeyiz hazırlığı gibi yaptırımlar vardı işin sonunda. Beni hiç ilgilendirmeyen, bildiğim gibi devam ettiğim bu yolda, onlarınkini izlemek ilginç bir olaydı… O da istediğim bölümlerini.
İki tane terzinin üst üste geldiği günleri anımsıyorum… Ablalarım da enstitü mezunu oldukları ve dikiş bildikleri için çokça elbise hazır olurdu, sonucunda. Tabii ben de teyel yapma, sürfile ve benzeri şeyleri öğrenmiştim. Ablamlar bana elbise dikecekleri zaman da ben bu işleri yapmak zorundaydım, yardım etmezsem dikmeyeceklerini söylerlerdi. O zamanlar tekstil, biz evdekilerdik. Yalnızca kumaşlar, Sümerbank’tan alınırdı. Ben işin sonucuyla ilgiliydim, elbise modeli ve kumaşı seçer, bitmesini beklerdim… Sevinçle giyeceğim günü. Ablalarım nasıl bir bıkkınlıktaysa, prova yaparken rahat durmazsak iğneyi batırıverir, zıplatırdı. İkisi dikiyor ya kaç kişiye, haklılar. En büyük ablam biçmek, prova etmek, hazırlamak görevindeydi. Kendilerinin beklentilerinin olmaları gereken genç kızlıklarında, görev üstlenmek durumunda olmak… Düşününce, provada rahat durmayınca iğneyi batırmak haklarıymış ama sızlanıp, şikâyet ederdik garipleri.
Annem haklı, bir dolu çocuk. Babam haklı, geçim derdi ve onca çocuğun sorumluluğu. Biz haklıyız, doğmayı biz mi istedik (Her şeyi kabul edip, bu Dünya’ya isteyerek gelmişiz iddiaları bir yana)? Çoklu bilinmeyenler denklemi… Sonuç: Sorgulasan ne olacak? Varsın, yaşayacaksın, başa çıkacaksın. Mantık!
Terzilerin geldiği gün akşama dek harıl harıl çalışılır, yemek faslı da vardır tabii de bunu kim hallederdi hiç dikkat etmemişim. Bana verilen teyel alma işi, sürfile, etek baskısı gibi şeyler kalmış aklımda. Ölçünü alır ve kumaşa sabunla çizerdi terzi hanım ve teyel alınırdı. Kumaş açılır, o teyeller dikkatlice kesilir ve kumaş birleştirilirdi, o nedenle teyel aralığı ona izin verecek kadar uzun olmalıydı. Bana verilen öğretiyi özenle yerine getirirdim.
Ortalığa bolca iğne dökülürdü tabii… Bir görevim de babam gelmeden, elimde mıknatıs bu iğneleri yerden toplamaktı. Büyükçe bir örtü serilir, bu işlemler onun üzerinde yapılırdı ki yere kumaş parçaları, iğneler yayılmasın. Yine de hangi delikten aşağıya geçtiği bilinmeyen iğneler olurdu. Onca dikkatime karşın gözden kaçan bir iğne varsa, gidip babamı bulurdu ve kıyamet kopardı. Çok hassastı bu konuda. Haklı olduğunu bir komşu hanımın ayağına iğne batıp, oradan oraya yürüyerek, onlarca film çekilip, yeri tespit edildiği halde ve onlarca operasyonlara mâruz kaldığında kanıtlı öğrendim. Çok can yakıcı ve sıkıntılı süreç yaşamıştı ama bunu öğrenene dek babamın o sert çıkışları için anlam verememiş ve ona kızmıştım.
Elbiseler, döpiyesler, ceketler ve hatta manto dahi dikilirdi. Onlar askılara asıldıkça, kumaşın o hâle gelmesine hayranlıkla bakardım. Seviyorum, giyinip kuşanmayı vesselâm… Benim olmasa bile bir başkasının giyip, giysinin güzelliğini sergilemesi hoşuma gidiyor, evvel ezel.
Tabii o arada gelin dışında bizler de sebeplenirdik, nikâh ya da düğünde ne giyeceğiz? Arada çıkardık bir şekilde işte. Benim bir büyüğüm evlendiğinde, düğün için giydiğim giydiğim giysinin üstüne aynı renk yaprak payetler işlediğim aklıma geldi. Ben de üniversiteye başlamıştım, büyüktüm artık. Öteki ablamlarda giydiklerimi, hayâl meyâl zorlayarak hatırladım. Hayatımızdaki değişiklikleri, kalabalık ortamları izlerken ve aradan geçen seneleri de hesaba katarsak, nişanları ve düğünleri derken kolay değil tabii. Her iki senede bir nişan, ardından nikâh falan… Ben yaşça aralık olmasına karşın, herkesin “okulunu bitir öyle” sözlerini kulak arkası edip, iki sene aralık kuralını uyguladım. Babam çekip konuştu “Soyadın gibi çetin bir hayatın olacak” diye. Çok yıllar sonra aklıma geldi, bir gün bu deyişi. Oldu be babam ama ancak yıllar sonra başımı kaldırıp da düşünebildiğim an hatırlayabildim. Aşarken zorlukları, durup düşünecek zamanın olmuyor işte.
Kim farkında? Şikâyet etmeden, sessizce yüklenirsen… Yalnızca sen!
İşte bu nedenle aşmak durumundasın… Kendin için… Sonunda bir şekilde düzlüğe çıkabilmek için… İnsanlar hep bir başına. Bu herkes için geçerli. Sen kendini seveceksin, önceliğin olacaksın ki ayakta kalabilesin. Kendine dahi acıma hakkın yok. Daima ileri!!! Çok mu sert? Hayat daha acımasız.
Ara vereceğim… Daha ılıman iklimlerde sürsün yazacaklarım.
Verdiğim ara günlerce olmuş ve yazayım diye masa başına geçince, baktım masa üstünde iki açık yazım var. Bir tanesi bu, bir öteki ise okuyup çok kendime yakın duyumsadığım ve hatta “benim gibi düşünüyor, dile getiriyor” dediğim Paul Auster’in “Kırmızı Defter” kitabını okuduktan sonra açtığım sayfaya aldığım not.
Yazarken farklı bir düşünceye atlıyor ve o konuya açıklık getirmeden geçemiyorum.
Doğduğum sokakta, ablalarımla yaşıt bir ablamızın yeniden doğuşa yol aldığını tamamen rastlantı sonucu, dün gecenin bir vakti öğrendim. Kızının telefonunu kaydetmiştim rehbere, sabah onu ararım diye kendimi teselli ettim. Telefonuma ne ettiysem, bir dolu numara gözükmüyor ve ne üzücü ki onun numarası da onların arasındaymış. Bunu sabah öğrendim, yoksa gece boyu bir de bu duruma üzülecektim… Arayamadım tabii.
Ne zaman bu kadar ilgisiz olduk birbirimize? Eskiden “Müsaitseniz akşama annemler gelecek”e ne oldu? Çok daireli, uluslarası gibi bir evde oturuyorum, bürolar, muayenehaneler ve bilmem artık neler var. Asansörde çoğunlukla kargocularla karşılaşıyorum. Geçenlerde aşağıya Carrefour’a indim, şöyle bir kapı önüne doğru yürüdüm, motorsiklet dolu ve eve alışveriş torbaları dışında çoğunlukla yemek getirenler var. Gecenin bir yarısı yalnızca “bir çorba” taşıyana da denk geliyorsun. Şöyle oldu; gece yarısı kapının zili çaldı, bir hışırtı oldu ve sessizlik. Uzatmayacağım bir şekilde bizim katta bir öğrenci ya da çalışan bir hanım yemek ısmarlamış ve “zili çal, kapıya bırak” tâlimatı vermiş. Kargocu da o saate dek beyni yanmış sanırım, daireleri karıştırmış. Ufacık bir torba, içinde yiyecek. Hanım kızımız özür dileyerek, geldi aldı. Bu hayat tarzına uyumlanmış insanlar olduk. Kalkmışım “Müsaitseniz geleceğiz”lerde geziniyorum.
Şekilde görüldüğü gibi eve gelen terziden, yemek taşıyan kargocuya geçivermişim… Öyle bir değişim. Diyorum ki bazen “Çok değil bundan birkaç yıl önce böyle değildi” ama benim birkaç yıl dediğim de bir çok yıllara uzanıveriyor. Gerçekten zaman hızla akıyor ama beklenilen ileriye gitme hayâlleri bana sanki geriye doğru gidiyor gibi geliyor. Bu da benim görüşüm işte.
Ablalarımdan öğrendiklerimle, o zamanlar “Burda” diye bir mecmuanın verdiği patronlarla (elbise, blûz, pantolon gibi giysi şeması ve hatta örgü modelleri) kendime elbise, pantolon bile diktim. Evde anneme ait bir dikiş makinesi vardı, dolaplı. İşin bitince kapatırsın, mobilya gibi olur ve onu çok severdim. Bir söküğümüz olunca, dolabı açıp içindeki raf gibi gözlerden iğne iplik alır, dikerdik. Bir de düğme kutusu vardı, eskiyen elbiseler çeşitli şekillerde kullanıldıktan sonra artık el bezi yapılacak duruma gelince, düğmeleri sökülür ve o kutuya konurdu ki gerektiğinde yeniden kullanılabilsin. Kutuyu sallamayı, çıkardığı sesi severdim. Kimi kez kutuyu döker, düğmelerin nasıl bir elbiseye ait olduğunu hayâl ederdim. Evet! Hayâl kurmayı seven bir çocuktum ve “imajinasyon (canlandırma)” olayına bu nedenle yatkınım, çok yararını gördüm, görüyorum. Kitabı okumam, içine girer yaşarım. Bir makale dahi okusam, sözcükler önümde şekillenir.
Liseden sonra Avrupa Yakası’ndaki okuluma giderken yaptığım vapur yolculukları benim için eşsizdi, çok severdim. Vapurda gezme özgürlüğün vardı, öncelikle. İlle bir yere oturmak durumunda değilsin, çık vapur kenarında denizin mis gibi iyot kokusunu içine çek, rüzgârın esintisini yüzünde hisset… Soğuk hava ya da yorgun olup içeride oturursan, sessizlikte kitabını okursun. Ben karşımda, uzağımda oturan bir insan seçer ve onun analizini yapmayı da severdim. Giysi, saç kesimi, oturma ve davranış biçiminden onunla ilgili bir hikâye yazardım. Bir şeyler satmaya gelen satıcılar vardı, onları izlemeyi ve satış yapmak için yaptıkları, söyledikleri de eğlendirici olurdu. Çeşitli kişiliklerle dolu, isteyene farklı bakış açıları sunan zenginlikler… Zaman güzel geçerdi. Şu an o zamanlar da yalnızlığı sevdiğim gerçeğine vardım. Kendimi nasıl oyalıyor, sıkılmıyorum. Sürekli çalışan akıl, kendine uygun bir yol çiziyor.
Kuşkusuz insanlarla birlikte olmayı da özler insan… Konuşabileceği, paylaşabileceği, aynı frekansta buluşabileceği insanları. Bir de zorunluluk gereği birlikte olman, kalabalıklarda bulunman gerekiyor tabii. Belli mesafelerde, belli konularda havadan sudan konuşacağın topluluklar olacaktır hayatında. Her nerede olursan ol saygıyı ve görgü kurallarını, olduğun konumu unutmayacaksın.
Liseyi bitirince devam zorunluluğu olmayan, kolaylıkla bitireceğime inandığım bir okula devam ettim. Aileler okul seçiminde söz sahibiydi ve göndermeyebilirlerdi. O doğrultuda bir okula yazdırdılar. Ben de işe girmek istedim ki harçlığımı çıkarır, kimseye yük olmadan hem okur hem de istediğimi alabilirim. Defterdarlık’ta yakınlarım çalışıyordu ve sınav açıldığını duyunca “ilk işim, bir zorluk olursa yakınlarımda tanıdıklarım olsun” düşüncesiyle oraya müracaat etmek istedim… Doldurma formu vermediler. Ben bu tür olumsuzluklarla karşılaşınca en yetkili kim diye sorar, direkt ona giderim… Her zaman. En yetkili Defterdar doğal olarak, öğrendim ve kapısını çalarak yanına gittim. “Ben üniversiteye girmeye hak kazanmış bir kişi olarak, neden sınavlara giremiyorum.” diye sorguladım. “Yaşımın tutmadığını, bir sene sonra direkt onun yanına gelmemi, kesin olarak işe başlatacağını” söyledi, bir güzel sohbet etti benimle. O bir senede benim akıl çok şeylere bulaştı, özel şirkete çalışan olarak girdi. Bu da ayrı macera… Yazacağım.
Yalnız bir şeyi özellikle önemine binâen yazacağım. Patronun çocukları yaşındaydık. Çok sonra bizi denediğinin ayrımına vardım. Bizleri yemeğe götürdü, hem de alkol alınan bir mekâna ve çok samimi davrandı. Ertesi günü erkenden şirkete geldi, kim masasının başında ve odamıza girdiğindeki hitâbında ise bir konu açtı, çalışan – patron – işyeri seviyesini kontrol etti.
İşte dediğim şu ki kuşkusuz insanlar yalnız olamaz. Konuşmak, danışmak, paylaşmak bir gereksinimdir. Bir davet olsun, bir toplantı olsun ya da işyeri, “Yerini bilmek” bu nedenle önemlidir. En yakın arkadaşın, eşin, partnerin de olsa saygının önemini hiç unutmayacaksın. Saygının olduğu yerde, sevgi kendiliğinden gelir. Görgü Kuralları ise birlikte yaşamayı kolaylaştıran en önemli etkendir.
Kalın sağlıcakla, sevgiyle.