
DEPREM… MARMARA DENİZİ ve DEPREM GERÇEĞİ
Yazayım mı yazmayayım mı? Yıllardır “bastırmakta” olunarak ne geçti ele? Gerçi ben bunu hiç bastırmadım ve öğrenmek için çabaladım. Bu durumla eğlendiler bile. Bizde usûl “yumurta ağıza geldiğinde”dir. Alınmayan önlemler, yapılmayan işler o zaman akla gelir ve artık yapılacak pek de bir şey kalmamıştır… Ne yazık!
19 Ağustos 1999 Gölcük Depremi’yle başlayalım.
Sitenin gazinosunda oturuyorduk. Sahile büyük bir dalga geldi. Bitmeyen bir dalga, yüksekti de ve bitmek bilmiyordu. Sahilde güneşlenenlerin tüm eşyalarını denize sürükledi. Bitmiyordu… Geliyor, gidiyor ve bir daha geliyor gidiyordu. O sırada denizde olanlar kıyıya yüzüyor, giden dalgayla yeniden kıyıdan uzaklaşıyorlardı. Deniz çamur rengi olmuştu bu arada, toprakla karışmış gibi ve yosunlar dipten sökülmüş, deniz dalgalarıyla kıyıya vuruyorlardı. Sonunda biraz duruldu ve denizdekiler de kıyıya gelebildiler.
Ne olduğunu anlayamayan bizler şaşkınlık içindeydik. Herkes bir yorum yapıyor, her kafadan bir ses çıkıyordu. Bu arada bir feryat koptu, minicik bir yılan yerde kıvralanıyordu… O da setten atlayıp, aşağıya attı kendini ve denize yuvarlandı. Bu da bir telâş yarattı ama yılan gitti diye rahatlandı ve deniz de duruldu, bizler içimiz biraz karışmış olsa da yine normale döndük.
Evlere çıkıldı, normal hayata devam, akşam yemeğinden sonra yine gazino, çaylar, mehtap seyirleri derken yatmaya gittik biz.
Gece gelen sarsıntıyla neye uğradığımızı şaşırdık. Zeminin dalgalandığını, karoların neden tane tane kalkmadığını düşünüyordum, ayakta duramayıp duvarlara tutunmaya çalışırken. Bir o duvar, bir bu duvar, ayakta kalma çabaları, açılamayan sokak kapısı, dışarıdan gelen çığlıklar ve panik.
Elektrikler gitti, zifir karanlıkta yol bulma çabaları… Neyse durdu sallantı ve dışarı çıkıldı. Bu arada küçük oğlum da tatile diye arkadaşlarıyla gitmişti. Cep telefonları çalışmıyor, beni çık diye çağırıyorlar, kapı aralığına ev telefonunu çektim, onu aradım ve sesini duyunca ancak çıktım. Depremin nerede olduğunu bilemediğimiz için ve o da Ege’ye gittiğinden bir ses duymak istiyor insan gayri ihtiyari.
Sokakta toplaştık, hiçbir şey yok yanımızda. Ne bir yudum su, ne üste giyecek bir şey. Nasılsak öyle geceliklerle fırlamışız. Hiçbir yere ulaşılamıyor, neler olduğu, nerede olduğu belirsiz derken arabadan radyo dinlemek geldi akıllara, en azından depremin nerede olduğunu, merkezini anlayacağız. Dinliyorlar da orada da netlik yok.
Bir süre sonra bir taksi geldi, sürücü orada mı ne oturuyor ya da konuk muydu bilemedim şimdi, “İstanbul bitti, Avcılar’da ev kalmadı, yanıyor, aşağıdaki sitede evler yıkılmış, ölüler var” diye canhıraş bir şekilde bağırıp, titriyor adam. “Kaçtım.” diyor. Şokta! Nasıl araba sürüp gelmiş bilinmez. Bir süre sonra resmî bir araba geldi “Yıkılan ev, ölen insan var mı?” diye sordular, yok denilince gittiler. Bu arada büyük bir artçı geldi ve yine sokakta durmayı sürdürdük.
Gün ağardı, kaçmaya hazır olarak evlere girişler başladı. Yavaş yavaş detaylara da ulaşıldı.
O zamanlar gazeteler parça parça harita veriyorlardı. Ben de orada dursun diye nasıl olsa gazete alıyorum, bunları da biriktireyim demiştim. Salonun ortasına oturdum, parça haritaları birleştirdim. Gölcük’ü merkez alıyorum ve bir yuvarlak çiziyorum, olduğumuz yer oldukça uzak ama biz çok etkilendik, bunda bir iş var diyorum içimden. Çünkü bize az bir uzaklıkta sitedeki ev yıkılmış ve iki ölüm var, Avcılar’da yıkımlar ölümler var. Nedenini öğrenecek ve bu işi iyice anlayacağım, kararım bu.
Sonrasında neler atladık, neleri görmemişiz, doğayı hiç dikkate almamışız hepsi ortaya çıktı. Çıktı da “ders almaz oluşumuz” ve “yumurtayı son âna kadar bekleyişimiz” evlere şenlik, değişmez huyumuz… Aldırmama, rahata kaçma, gerçeklere kulakları kapatmayla yarışır.
Sokaklarda karınca kümeleri vardı, çay posaları gibi. Bakıp geçiyorduk, “görmüyorduk”. Görsek, onların larvalarını yuvadan çıkarıp, güvenli yere taşıdıklarını anlayabilirdik. Meyve veren ağaçlardan kuruyanlar vardı, bakıp yorumlar yapmış ama “görmeyi reddetmiştik”. Görsek bunun da deprem öncesi doğanın bir işareti olduğunu anlardık. Kıyıya ara ara vuran, deniz dibini karıştıran, yosunları söken dalgalar oluyordu ve biz bakıp yorumlar yapmış “katamaran geçti” diye geçiştirmiştik. Görsek bunun deniz dibi çökmeleri olarak bir işaret olduğunu anlardık. Tırtıl gibi böcekler yeryüzüne çıkmıştı ve biz buna da bakıp geçtik. Son gün yılan kendini denize attı ve biz bakıp geçtik. Görmediğimiz için doğanın verdiği tüm işaretleri atladık. Unuttum; bizim evi kanatlı karıncalar bastı, biz bakıp temizledik. “Görmedik” ve neden diye araştırmadan temizledik gitti.
Şimdi bakıp geçiyor muyuz? Yoksa görmeyi mi seçiyoruz? Bir deseniz de duysam.
Tabii ben kararımı verdiğim gibi bu deprem öğrenimime geçtim. Canım hocam Jeofizik Yüksek Mühendisi Prof. Dr. Uğur Kaynak’tan online eğitim aldım âdeta. Benim mesleğimle ilgisi olmayan bir konuda ve hatta okulda öğretilen kırıntı bilgilerle, “fay bir temizlik maddesidir”den öteye gitmeyen bilgimle, değerli hocam Prof. Dr. Uğur Kaynak’ın bitmez bilmez sorularıma anlayacağım seviyeye indirgediği anlatımıyla bu konuda algılayabildiğimce bilgi edindim. “Hakkınızı helâl edin” dedim sıklıkla. Her konuda olan derya bilgisini paylaşmayı hep sürdürdü. Sağ olsun, var olsun.
Böylece Gölcük depreminin tetikleyerek Avcılar fayını çalıştırdığını ve oradaki yıkımların nedenini, bulunduğumuz yere yakın olduğu için de bizlerin o derece etkilendiğini anlamış oldum. Orada bırakmadım ve hâlâ soruyor, öğrenmek istiyorum ve canım hocamız Prof. Dr. Uğur Kaynak’da bizleri bilgilendirmeyi sürdürüyor. Sağ olsun, var olsun.
İşte böylece deprem gerçeği ile ilişkimiz başladı. Tüm dünyada oluşan depremler, terimler, oluşumlar, fay zonları, dalma batma depremleri derken bilgilenmeyi sürdürdüm. Ama ille de Marmara Denizi ve olası deprem için hocamızı didik didik ettik âdeta.
Bakın 1999 ve 2025 arada geçen süre ve olacak bir depremden bahsediyoruz. Olası ne demek? “Olası” TDK’dan alıntı olarak buraya yazıyorum —> “Muhtemel, mümkün.” Yani bu olacak. Peki bu kadar zaman geçti ve evlerimizde güvenle oturabiliyor muyuz? Ya bizler doğayı görebiliyor muyuz?
Gölcük depreminde güyâ akıllandık, bir deprem çantası hazırlayıp, kapının yanına koydum. Düzce’de deprem olduğunda evden çıkarken o çantayı yanıma almadan çıktım… Öyle bir panik. Oğlumun biriyle evdeydim, öteki bizden uzakta. Taksi bulamaz, onu almaya gidelim diye yola çıktık. E-5’te bizim gibi yola çıkanlarla kilitlenmiş bir trafikte durup bekleştik.
Bir plânımız yok, yapılacak bir plân içinden çıkılamaza dönüşüyor. Megakentte kimin nereye gittiği belli değil. Olsa da mesafeler var ve aşılamaz olacak. Alt yapı, elektrik, su, …………… Düşününce zaten ucu bitmeyen senaryolar ve gerçeğe yakın düşünceleriyle.
Elimiz kolumuz bağlı bekleyeceğimize, “doğayı görmek” bile bizim için yapıcı bir duruma dönüşebilir. O zaman ne yapıyoruz? Geleni, olacağı öylece beklemek yerine, bir katkıda bulunarak belki de kendimize yardımcı oluyoruz. Haydi bir silkelenelim ve adım atalım. Hiçbir şey için geç değildir.
Sağlıcakla, sevgiyle, hoşça kalalım.