Gelin, dertleşelim…
Üç gündür bir dertleşeyim modundayım… Değişik konular, not almadım, neler olduğunu şu an anımsayamıyorum. Gün içinde yine aklıma düştü… Konu neydi, yine bilemiyorum. Öyleyse şu an içimden geldiği gibi dökülsün…
Geçen yazılarımın birinde, doğduğum sokaktan bir ablayı yitirdiğimizi öğrendiğimi yazmıştım. Yaş aldıkça daha yakın duyumsadığınız “yeniden doğuşa yol almak”, bu gibi durumlarda daha bir aklınızı çeliyor ve geçmişe dönük ya da geçmişten günümüze akışlarla sorgulamalar yapıyorsunuz aklınızdan. Çeşitli yerlerden bu türden okuduğunuz yazılar da etken oluyor doğal olarak. Ah! Sürekli devinen aklım, el el üstünde oturamayan hâllerim… Durmayan üreticiliğim.
Dün gece Netflix’te “La Palma” adında bir dizi izledim. Bir ada, patlayan volkan, oluşan tsunami ve senaryo gereği koşuşturmacalar. Aslında şunu merak ettim “olayların ele alınış biçimleri, gerekli önlemlerin alınıp alınmadığı, panik durumunda yapılanlar, nasıl canlandırılmış”. Sonunda film baş karakterleri ailenin ve sevdiklerinin tümü kurtuldu. Bir kardeşi feda etmişler, abartı olmasın diye. Koca uçaktan iki kişi kurtuldu, kız ve arkadaşı. Kaçmak için çırpışan, yolunu bulan insanlar hep öldü. Geldi mi benim “kader” olgusu? Var! Kesin!
Güne uyandığımda filmin zerre etkisi yok, ancak “kader” çerçeve içerisinde aklımın bir kenarında durup duruyor. Marmara Denizi’nde bir deprem oldu, Marmara Ereğlisi açıklarında, olası(!) nokta olduğu için yine içim bir kıpırdandı, heyecan anlamında. İşte bu kader olgusu, ne zamandır bana bir boşvermişliği de getirdi yanı sıra.. Örttüm üstünü geçtim, kıpırdanmanın. Önlemini al? Neyin? Hangi birinin? Eğer aklında sürekli taşırsan olası bir sıkıntıyı, seni nerelere götürür, sonucu belli. Sen yapabileceğin, aklına yatanlara hazır ol, gerisi Allah Kerim. Böyle! Yapabileceklerimiz, yaptırabileceklerimiz sınırlı, her anlamda… Kalanı olacağına varıyor, ne yazık ki.
Dolaşmaya çıkıyorsun, İstanbul git git bitmiyor… Oysa belli bir yüzölçümüne sahip, üstünde taşıdığı ise aşmış da aşmış. Eskiden şehir dışına çıkarken e-5’te belli bir yerden sonra fabrikalar başlar, uzaklaştığını anlardın… Şimdi insanların gel – git yolu oldu, işe gidip geliyorlar. İstanbul’a dönerken İzmit’e gelip denizin ucu görününce yüreğim ferahlar, bir an önce bitsin de eve ulaşayım derdim. Zaten gezmeyi oldum olası sevmem, kaplumbağa olup evimi sırtımda taşısam derim. Bakınca, yerin önemi olmadığı ve beni rahat hissettirecek eşyalarımı önemsediğim anlamı da çıkabiliyor… Karavan! Yükle, dilediğin yere git. Zaten alıştım küçük yere sığmaya. Gerçekten benim için çok geniş önemsiz, darlanınca çık kapının önüne ferahla, bak gökyüzüne. Önünde kısıtlayıcı bir şey olmayacak… Gökyüzünü.
Genç yaşlardayız, çocukların biri ikibuçuğu az geçmiş, öteki dört yaşında. Borçsuz hayat olmaz, iğneden ipliğe her şeyimizi kazıya kazıya yapıyoruz. Bir yazlık daire denk geldi, açık açık yazmayayım, biz yine borç harç götürüyoruz hayatı. Patronumuza Allah rahmet eylesin, yardımcı olmaktan hiç kaçınmadı, bize güvendi ve biz de ona yanlış yapmadık… Ahde vefâ!!! Bugün ölüm yıldönümü, bir yıl oldu ve unutmadık, mezarına dek eşlik ettik, huzurevinde de… İşte o zamanlarda da evlât var, evlât var diyesi olduk. Neyse!
Yazlık o zaman bana çoook uzak geliyor, şimdi ise günübirlik git gel mesafe gibi. Arabamız yok, birileri götürüyor. Hiç sevmem, yürüyerek gideyim daha iyi bana. Daha sonra şirketin şantiyede kullanılan bir arabası satılığa çıkarıldı. Söyledik, alalım biz bunu, tabii borçlanarak. Araba hurda görünümlü, arkasında koca delikler var. Kimse ona öyle onartmadan binmeyebilir amaaaa ***İlk arabamız, adını “prenses” koydum*** ve araba sürmek için de biz yeniyiz, ne olur ne olmaz hiç onarım işine girmeden hele bir kullanalım, işin ehli olunca yaptırırız dedim. Yalnızca motor, araba bakımı yani emniyet için gerekli olanları hallettik. Yeter! Hayatta o arabaya bindiğim keyfi hiç unutamam… Dört tekeri var, kimseye gerek duymadan bizi istediğimiz yere götüren “prenses”im benim.
Hiç unutamadığım bir tanesi de sokakta bir tanıdığın, bindiği kamyonet dahi onun olmamasına karşın Prenses’imle dalga geçmesi oldu “Buna araba diye binilir mi?”. Yanıtım “O benim prensesim.”di, toz kondurmadım. O tanıdık yıllarca ona buna yardakçılıkla bugüne geldi… Bir prensessiz üstelik, hâlen. İşte o gündür, ben insanların “kel, fodul” hâllerini uzaktan izlerim.
Alnının teriyle aldığın, ne değerlidir… Boyun eğmeksizin, kimseye. Bir yudum ye, senin olsun, başın öne eğilmesin.
Sürekli derim; kimse için içimden gelmediğince herhangi bir övgü yapmam, menfaat için, sevilmek için, iş gördürmek için ve benzeri şeyler. Kimseye kendimi beğendirmek, özendirmek için süslenmem, giyinmem, davranışlarda bulunmam. Evim için de öyle… Tümüyle kendimi yansıtan, içinde rahat yaşayacağım bir tarzı vardir. Kimseye kulak asmam, eleştiri anlamında. O beni, ben onu yansıtırım. Kimseyi kınamam, kendi seçimidir. Bu demek değildir ki sorulduğunda üstünkörü geçiştireyim, olabildiğince açık sözlülükle yanıtını veririm, arkasından konuşmaktansa. Seçimler hep kendimizin, arkadaş olarak yanında isteyip istememek de… Sonuçlarına katlanmayı kapsayarak. “Her seçiş, bir vazgeçiş” olsa dahi!
“Ben”, “ben” değil yazdıklarım… Bir yol gösteriş, anlamında. Artık çoğu yerde “yaşam koçu” türedi, sürekli akıl veriyorlar, “o öyledir, bu böyledir”. Hayır! Herkesin bir karakteri var, doğruyla yanlışı ayrıştırabilecek aklı da. Bazı şeyler “yapmacık, üstüne yapışır” oluverir. Sen, doğruyla yanlışı ayırt edebilecek akla sahip olacaksın öncelikle ve de “neyi, nerde yapabileceğini” bilecek kapasiteye. Ben daha özgürüm, yaşım gelmiş kaça. Gençler için insanlarla bağlantılı çalışılan yerlerde, sosyal ilişkilerin önemi kuşkusuz önde gelir. Orada karşılık ast – üst ilişkilerinde daha hassas olunacak. Her konumda yitirilmemesi gereken “saygı ve sevgi”dir. Şimdi buna “Görgü Kuralları” da zorunlu eklendi… Bence. Çoğu kişilerin ayırdında dahi olmadığı.
Hiç alâkasız… Çok alâkalı. Bir gün kuafördeyim, topluca bir hanım geldi, suratı da yuvarlak biçimde ve kiloları oraya da yansımış. Direkt orta sehpa üzerinde olan mecmuaların birinden bir model seçti ve “Bunu istiyorum.” dedi. Kuaför de hiçbir açıklama getirmeden, sorgusuz sualsiz aynısını yaptı. Saç bitince bir kıyamet “Olmadı, böyle değil”. Oysa birebir aynısı da yüz o yüz değil. Fotoğraftaki kadın gencecik, o modele uyum sağlayan yüzü de pırıl pırıl ve incecik. Çok farklı bir yerden hayata bakış gibi… Önce kendini tanı! Yaptıkların, yapacakların seninle uyumlu olsun, kimseye özenme, her birey kendine özgüdür. Elindekiyle mutlu olmayı bilmelisin ki umutsuzluğa yelken açma.
Kuşkusuz hepimiz en güzel şeyleri kendimize hak görürüz, haksızlıklara isyan ederiz… Çok doğal. Olamıyorsa ne yapacağız? Plân yap, uygulamaya geç… Mantık dahilinde. İşte hassas nokta “mantık”. “Benim ondan ne eksiğim var, hatta fazlam var.”. Olabilir! İllegal düşünmezsen, iki seçeneğin var. Bir tanesi olabilirliği yakalayabilmek için daha fazla efor sarfedeceksin ki yine olmayabilir, bunu kabullenerek yola gireceksin. Mücadeleli, yıpratıcı olduğunu bilerek başlamak gerekir. Bir ötekisi elindekinin değerini hakkıyla bilerek, kullanarak, “kabullenme” modelini seçeceksin. Bu yayılıp oturmak değil, aralarda olasılıkları kollayarak yola devam etmektir. Daha dingin bir yol olabilir.
Biz kimiz ki? Yol çizilmiş, roller belli, sahne almış olduğumuz da gerçeklerden biri. Oyalanıyoruz işte. Yoksa dibe çöküş.
Ne dolu varsayımlarla yazılmış bir anlatım ama bu benim aklımdan geçenler. Varsa sizler de katkı koyarak fikirlerinizi neden beyan etmeyesiniz ki? Akıl akıldan üstündür.
Bitti mi dertleşme? Biter mi hiç, bir dolusu akıyor da şimdilik yeter diyerek keselim. Yalnızca konuşma değil, konuşur gibi yazmakta da “dur” olayı zorlayıcı gibi sanki. 😉
Günler birbiri ardına, aynılarından… Buna da şükür ki herhangi bir hastalık ve olumsuz durum yok. Ben gibiler için böyle gibi sanki. Ne yapıyoruz? Kendimizi var hissettirebilecek bir dolu uğraşlarla, kendimize yeterek gün sonunu, bir sonraki güne geçiriyoruz. Kimsenin bir garantisi olmayabilir bir “an” sonrasına ama bizlerin akıl çalışma gidişi, ister istemez bu yönde olabiliyor. Fazla konuşabiliyoruz, anımsadıklarımızın çoğu geçmişten ve hatta sorulan bir soruya dahi o zamanları anarak gelebiliyoruz. Çünkü deneyimlerimiz eskiye dayalı, akıl vermelerimizi de geçmişle bağlantı kurarak ve günümüzle bağdaştırarak analiz edişimiz, doğru yanıtı yakalayabilme isteğimizden olabiliyor. Yoksa “O eskidendi, şimdi…” deyişlerinizi bilmediğimizden değil.
Yaşlandık mı ne? 😀
Cep telefonumdaki fotoğraf albümümden çaylı pastalı bir fotoğraf bulup ekleyeyim de dertleşirken, atıştırırız dedim. Ara tara bulamadım, dur ben bunu ChatGPT’ye hazırlatayım dedim. Üç soruda isteğime ulaştı… (Üzerinde daha oynayamadım… Bugünlük dolmuş hakkım) “Çaylı, pastalı, koltuklu, deniz manzaralı bir masa ve masa üzerinde çiçek olarak ufak bir nergis demeti”. Eee! Sanal ortamın, sanal masası ve yiyeceği içeceği olur. 😀 Yine de albümden bir manzara seçmeyi yeğledim.
Kalın sağlıcakla, sevgiyle.
2 Comments
Tam da kendini anlatmışsın,çok güzel olmuş
Evet canım. Yakından tanıyorsun, biliyorsun beni… Teşekkür ederim katıldığın ve beğendiğin için.