Öylesine…
Hiçbir tasarım olmadan, “Dur şunu yazayım.” demeden, aklımın içinden geçen hiçbir tını dahi olmadan başlayacak ve öylesine takılacağım. Bir ek yapayım… Başlık atarken “Öylesine” dedim, işte o an “Acaba aynı başlığı atmış olabilir miyim?” diye, yazı başlıklarına bir göz attım, o kadar.
Kimi zaman boşluk bırakıyorum kendime, sıfır düşüncede olma isteğiyle. Aslında o sıfır düşünce dilimlerimde, içsel çözümlemelere açık oluyorum ve belki gerçekler içinde sonraladıklarımla, ikilemlerimle, ciddi düşünce gerekenlerimle baş başa oluyoruz.
Öyle boş boş oturup, uzaklara falan dalamıyorum ben… Hiç romantik düşler kuramadığım gibi.
Şunu yapardım eskilerde, belki de çocukluğumda… Korkulu ya da istediğim gibi sonuçlanmayan bir rüya gördüğümde, yarı uyanır, o rüyanın gidişâtını istediğim gibi tasarlar, sonuca yönlendirirdim. Evet! İlginç ama bunu yapardım. Uyansan, ağlasan ne fayda? Sen kendinle baş başasın… Demek bunun üstesinden kendin geleceksin ve ben bu yöntemi bulmuştum.
Hayat bir yerlere götürüyor insanı ve sen onlarla uğraşırken, etkileyecek çevre kişileri ve koşulları da etken olarak modunu düşürebiliyor… Bölünüyorsun. Her kim “dünya hâli yaşanacak, o da olacak, bu da olacak” derse desin, her kişinin etkilenişi, içinde yaşayışı, kaldırma gücü çook farklılıklar gösteriyor. Doğal olan bu!
Dümdüz değil yürünen yollar… Ne inişler – çıkışlar, ne görünür – görünmez tümsekler, dağlar, çağlayanlar… Özetle her tür arazi koşulu, iklimler, uzaya çıkış ve sert inişler, akla gelen gelmeyen her tür işlem var. Bir de yaşıyorsun… Ya katlanacaksın! Ya katlanacaksın! Başka yolu yok. Ne var? “Umudunu yitirme!” söylemi. Çok doğru! O da olmazsa olmazı işin… Ya “avutma de geç” ya da “avunmayı seç”. Avunma ve pozitif bakış, umutsuzluklar içinde umutvâr olmaktır. Yaşanabilirlilik gerçeği.
Yine Spotify’a açıl dedim, açıldı… Haftalık Derleme’de ilk sırada Selda Bağcan “O Günler” diyor bana. Ne denk geliş ama 😀
Böyledir çoğu kez denk gelişlerim… Gaffana, gaffana vuruverir. 😉
Öylesine takılalım dedik de dağılıverdik sanki… Ah! Benim sıçramaları seven ama ayakları yere basmaktan vazgeçmeyen aklım.
Twitter’da Antakya, Hatay paylaşımlarını okuyan ben, etkileşimimi içimde sürdürmekteyim. Büyük acı ve ben gerçekten etkilendim. Elimden hiçbir şey gelmediği için de üzüntülerini paylaşmayı sürdürüyor ve eşlik ediyorum.
Hayat çok boş geliyor, düşününce… Yeniden “Hatay’ı eski hâline getireceğiz” sözleri veriyorlar, eski yaşanmışlıklarını paylaşıyorlar. Umutvâr olmak dedim ya… Ayakta kalmayı sağlıyor.
Kendimi boşluğa aldığım dönemlerimde de boş boş oturup, düşünmeyi yeğlemiyorum. Boş boş oturmak nasıl bir şey? Çok yorucu geliyor bana. Ne mi yapıyorum? Sudoku çözüyorum örneğin. Çözerken üretmek aklın işi… Sayı yerleştirirken, aklına takılanı çözümleyebilirsin. Ya da Kelime Oyunu… Sözcük bulurken, o sözcüğün seni çözüme götürüvermesi. Çünkü akıl öyle bir şey ki alt katmanda çalışmayı sürdüren… Bilinçli ya da bilinçsiz çalışır durur.
Bazı kez insanlar yanına gidip bir şey soracağın anda, “dur bir şey çözüyorum” ya da “dur bir şeyle uğraşıyorum” der… Aynı anda iki iş yapamaz. Bu da düşündürücü… Aynı anda üç, dört işle bile uğraşılabilir diye düşünürüm ve istenirse yapılabilir derim.
Şu boş sayfanın başına oturup, yazacağım dediğimde hiçbir zaman aralıksız yazmayı sürdürememişimdir. Üçüncü paragraftan itibaren kaç kez oturup kalktım, ben bilirim. Bazı insanların tek iş yapma lüksü olmayabilir ve koşullara ayak uydururken, belki beceri de kazanmış olurlar.
İnsan isterse!!!
Omuzum kırıldığındaki duygularım arşı aşmıştı. Düşerken, daha gövdem yerle buluşmadan olasılıklar koşturuyordu akıl içinde. Baktım kafa üstü çakılacağım, kolumu uzatıp düşüşü bir nebze az zedeli duruma getirmek anlık çözümdü. Kimsenin kaldırmasına izin vermeden kendimi yoklayarak kalkmak, durumumu anlayabilip, çözüm yolunu bulabilmek içindi. Omuzumun kırıldığını, içime işleyen acıdan anlamak ve bir adım sonrasını plânlamak… Hastanede kendi yolunu bularak, yönlendirmeleri sağlamak da işin içinde, yapılabilecekleri oluşturmak içindi. Gel gelelim ne olursa olsun, bir muhtaçlık söz konusuydu. Bu da etkiledi , fazlasıyla.
Az, öz insan… Kalabalıklar itici… Yalnızlık huzur…
Hani “Bana Kız Kulemi versinler, içine kitap doldursunlar ve bir de müzik yeter. Arada yiyeceklerle idare ederim ben.” deyişim vardır ya… Öyle! Neyse duydular beni, artık yenilendi ve açılacak. Açıldığı gün de “gel buyur” diyecekler bana ve artık orada yaşayacağım. 😀
Bakın o hayâlim hep var oldu ve olacak. En büyük tutkularım… Mehtâbım, denizim, İstanbul’um, Salacak, Kız Kulesi, gün batımı, kitaplarım, kalemlerim, kâğıtlarım…
Artık klâvye ile yazıyor olsak da kâğıt ve kalemler, kırtasiye tutkum bitmez benim. Çantamda mutlaka kâğıt, kalem taşırım ben. Yazmasam, eskizler çizerim… Kullanırım bir şekilde.
Ağaçları çok severim… Sarılırım onlara. Kokularını duyar, seslerini dinlerim. Havayı izlemeyi de severim… Varsa bulutlar, ne şekillere girer, eğlendirir. Bakmayıp, görmeyi yeğlediğinizde çok güzellikler eşlik eder bizlere… Ne muhteşemdir o duygu. Oysa kaçımız bu duyguyu yakalayabiliyoruz, bu hayat gailesinde değil mi? Hayır! Asıl gerek olan bu hayat gailesi içinde bir soluk almayı yaratmaktır. Her türlü koşul içinde bile kendini bunlardan soyutlayabilmek ve o hazzı duymak, seni yeniden var edebilecek, gittiğin yoldaki azmini arttırabilecektir. Bunu bir kez bile denemek gerek ki anlaşılabilsin. Yapmayı başaramadığımız tek şey “kendimize zaman ayırmak, bir an soluklanmaktır”.
Ankara’da “Papazın Bağı” diye bir yer vardı, çok yıllar önce ablam gezmeye gittiğimde götürmüştü beni. Bir gölet, inişli çıkışlı merdivenli gezinti yeri, gazino gibi bir yer ve asırlık ağaçlar vardı. Masada otururken içimden ağaçlarla konuşmak, onlara sarılarak hissetmek istemiştim. Yaptım da! Sarıldım, başımı gövdesine dayadım, kulağımı da… Duymak istedim sessizlikte. Ablamın çevreye bakarak, utandığını anımsıyorum ve bana bunu neden yaptığımı sorduğunu… “Hissetmek istedim, geçirdiği o yılları anlatsın istedim.” demiştim. Sakıncalı gülümsemesi gözlerimin önünde. Şimdi bunları okurken belki sizlerin de olabileceği gibi.
Ne çok incelikleri atladığımızı, yaşayacaklarımızdan vaz geçtiğimizi bilemeden geçirip gidiyoruz günlerimizi.
Burası benim yazma yerim, istediğimce, gönlümce… İleride belki çocuklarım ve torunlarım da okur diye düşündüğüm. Dilerlerse… Kaldı ki uçup gidiyor her şey. Her yıl yenilemezsen aidatını, adın belki durur da yazıların kaybolur, (unutup) atlayıp gittiğim eski yazılarım gibi. Bu da böyle bir dünya. Dur ben bu konuyu bir düşüneyim.
Hiçbir şey olmasa da, kesinlikle bir şeyler oluyor. 🙂
Gerçekten yazıya “öylesine” diyerek başladığım modun ötesindeyim. Yazdığım süreç içinde kaç kez duraksayıp anılara daldım gittim, boş sayfada geçişler gördüm. Mehtâba daldım, Salacak’ta deniz kenarında oturdum, Kız Kulesi’nin kayalıkları üstüne gittim… İmajinasyon diyeceğim de TDK “imgelem” demiş, biz de diyelim ve yapabilelim. Ne güzeldir, başarabilene… Deneyin, sonrasında kullanır olun.
Hayâllerinize hiç ket vurmayın, ayaklarınız yere sağlam bastığı sürece. Hayâlleriniz hep var olsun, asla gerçekleri göz ardı etmeyin. Hayâl kurun ama gerçeklere gereken önemi verin.
Yaşam koşulları, yaşamak için gerekenler gerçektir. Var olmak için farklılıklar ya da istemediğiniz ortamlar oluşabilir. Yaşamayı sürdürmek için bunları yapmak, katlanmak durumunda da olabiliriz. Denge oluşturmanın elimizde olduğunu unutmayalım. Bunu da hayatın cilvesi olarak kabul edeceğiz… Acı ya da tatlı ama katlanmak gereği olan.
“Öylesine” der, akıştan derslere doğru yol alırım. Bunların hepsi kendi yaşadıklarımda var olan, sonrasında da var olabilecek olan durumlar. Neredeyse her gün “bu kadar da olamaz”, “bu insan böyle olamaz” dediğimiz nelerle karşılaşıyoruz hâlâ.
Yargısız infaz yapmayalım
Her dâvâda iki taraf olduğunu unutmayalım
Empati yeteneğimiz hep var olsun
Psikolojide “ayna”(!) denilen durumu göz ardı etmeyelim
İyilikle, sevgiyle, sağlıcakla…
2 Comments
Arkadaşım yazını okuyunca kendimde unuttuğum bir şeyi hatırlattın bana,hayal kurmayı unutmuşum maalesef.
Ama empatide üstüme yok.
Hayâl kurmak eskiye ait canım. Gerçekçilik nasıl ağır basıyorsa… Bende de dediğinden! Zaman işte… Eğitiyor, öğütüyor.