Huzurevi huzuru…
İstanbul’un gün grisi kadar karanlık bir iç… Demeyelim mi?
Haftalardır bitmek bilmeyen, öyküye dönen “bayram” yazım; bitirmek ve sona bağlamak için senden izin istiyorum.
Benim aklıma bir şey düştü… Acı ama gerçek, tokat gibi çarptı.
İnsan doğar, büyür ve ölür. Nefes sayısının sonuna geldiğinde, biter mi? Biter… Gel gelelim neler sığar bu aralığa, neler.
Çoğu bebek istendiği için doğar, ne mutlu onlara. Bir de zamansız, fazladan doğanlar vardır ki bu ayrı bir savaşım konusu. Her ne kadar istendiği için doğsa da, önüne elden ne gelirse konsa da, el bebek gül bebek yaşasa da, hayat düz bir çizgi değil… Çoğu kez tümsekler, belki daha büyük oluşumlar çıkar ve aşmak için uğraşılır. Belki ailede düşüşler yaşanır, verilmek istenenler karşılanamayabilir. Bir an sonra ne olacağı bilemeyiz. Bazı kez de plânlanır ve dümdüz bir yol çıkar, yürür gidersiniz ki bu bile yanıltıcı olabilir, dışarıdan… İç dünya ve huzurunu bilemeyeceğimiz.
İşte, yüzlerde gülücükler açtıran bebekler zamanla büyür. Haydi her şey öyle ya da böyle yolunda gitti, okullar bitti ve evlenilip, çocuk sahibi olundu diyelim. Anne ve babasının, artık her kim daha fedakârlık yaptıysa, ayrım yapmadan ilerleyelim, o bir şekilde büyük konumuna gelmiş olur. Anne baba yorulmuş mudur? Önce kendi beklentileri içinde düşünür, belki de anlamayacaktır ki bu olasıdır. Kendi ana, baba olduğunda daha fazla verici olduğunu da düşünebilir. İşler yolunda gitmediğinde, anne ve babasının yetersizliğini de düşünebilir. İnsanız, her şey olasıdır.
Gelinir, yaşlılığa… O tokmak ya gelir vurur, gerçekleri gösterir ya da aynı terâne içinde dön babam döner durur. Kişiliğe bağlı, erdem sahibi olup olmamayla ilintili… falan.
Geçen gün üniversite arkadaşım uğradı, lâfladık… Okula ilk başladığımızda konuştuğumuz konuların, yıllar içinde nasıl değişime uğradığından dem vurdum. “Evet!” dedi. Yaşadığın neyse, konular onunla ilintili ve çok doğal. Şimdi biz yaşta hastalıklar, tansiyon, şeker, sağlığa dönüşmüş durumda. Arkadaşım yalnız yaşıyor, çocuğu da yok. Hoş çocuğu olanlar da yalnız yaşamıyor mu? İstisnalar kaideyi bozmaz diyelim ve bir tartışmaya mahâl bırakmayalım. Dillerde olan “biz yalnız bırakmayız” sözlerini de geçelim, bu arada. Herkesin yaşayabilmek için koşuşturduğu gerçeğini göz ardı etmiyoruz… Devran dönüyor ve “kısır döngü” sürüp duruyor. Görevler devredildi, biliyoruz, bilincindeyiz. Henüz aklım başımda, iki satırı bir araya getirebiliyorken, değineceğim!!!
Arkadaşım, yine bir başka arkadaşıyla “huzurevi” konusunu konuştuklarını söyledi. O arkadaşının da iki çocuğu var. Biz “başının çaresine bak” nesiliz. Biz “kol kırılır, yen içinde kalır” nesiliz. Biz “sıkıntımızı aksettirmeyen” nesiliz. Biz “kan içip, kızılcık şerbeti içtik” diyen nesiliz. Hiç anlayamayacaksınız… Bizim anne babamızı anlayamadığımız gibi ve çocuklarınızın sizi anlayamayacağı gibi. Biz böyle yaşadığımız için, elimizden geldiğince yaşatmamaya çalıştık… Başarabildik mi? Ben elimden gelenin fazlasını yaptığıma inanıyorum, tabii ben. Yaşadıklarımı ben biliyorum, ben benim. Şimdi “dışarıdan nasıl görünüyordu, memnun edebildim mi?” diye asla sorgulamam, sorgulatmam.
Mantık insanıyım, doğru olanı uyguladım. Duygularıma ara ara yenilmedim diyemem. Ancak şu kesin “gereken yapıldı”… “Hiç” oldum ama elimden geleni yaptım. Bu konuda düşününce içim rahat. Takdir sizin falan gibi sözler asla söylemem. Ben yaptığımın bilincindeyim ve kendime güveniyorum. Yapmadığım şeyler; sağa sola ağlayıp dert yanmamak, ondan bundan yardım dilememekti. Allah’ın verdiği güçle dik durup, kimseye belli etmemek ve konularla yoğrulmaktı. Dışarıdan gördüğünüz ve hâlen görmekte olduğunuz ben, çok şükür hep ben oldum.
O gün arkadaşımın dediği “huzurevi” konusu aklıma yatkın geldi, “kendine yeterli olabilmek, kimseye yük olmamak” güzel bakış açısı, benim de aklımın bir köşesinde olan ve araştırma yapmama da engel yok. İki gündür Google’da bakıyorum ve işte başta dediğim “Acı ama gerçek, tokat gibi çarptı.”… Ne çarpmak!
İlk olarak Goggle’da “huzurevi” yazıp arattım… Baktım, özel huzurevleri var ve ben içlerinden seçeceğim de gözüme hoş, içime uygun geleni arayıp işimi halledeceğim. Ne mâsum ve de ne safça bir bakış açısıymış meğer… Araştırdıkça yaşadım, onlarla konuştukça yerlere yapıştım.
Adı, yeri, okuduğum kadarıyla koşulları iyi olan bir tanesini Google Maps’ten arattım, yerini buldum, beş yıldız almış… Bu da güzel. Odalarda, iç ve dış mekânlarda gezindim… Tek kişilik odalar var, yerden ısıtmalı diyor ve eğer süit oda isterseniz, o da bahçeli. Koşullar görünürde çok iyi, yeri de güzel. E! Telefon edip sorgulanır mı? Evet! Telefon ettim, gelecek kişiyi sorguladılar “Ben.” dedim, “istiyorum ve araştırıyorum, bilgi alabilir miyim?”. Bilgiyi aldım, kalakaldım. Çıplak fiyat ayda ellibin lira, ayrıca ekstra masraflar olursa eklenebilir diye eklediler. Eklere de ek gelebilir diye geçirdim içimden. Tabii bunu düşünürken bozuntuya vermiyorum ama yanlış mı duydum diye de aklım içte dönüp duruyor. Yanlış falan duymamışım aylık ellibin₺… aylık “ellibinve%00” Türk lirası.
Ekran görüntüsü karşımda, telefon elimde biz bakışa durduk… Öylece. İlk şokun ardından, düşünme melekeme kavuşunca “Dur bir bakayım, devlet ve vakıf durumları var mıdır?” dedim kendime. Google’da “E-Devlet’te huzurevleri” gibi cümleler okuyunca, giriş yaptım, başvuru kısmı çıktı önüme… Biraz ilerledim, Dârülaceze başvurusuymuş, geri çıktım. Sonra döküm halinde koşullar ve huzurevlerini gördüm… İstanbul’u buldum, nasıl bulduğumu sormayın, şu an anımsayamıyorum bile… Şok öyle bir şok. Hemen çıktısını alayım, ben buradan işaret eder, telefonla görüşürüm diye düşündüm ve uyguladım. Küçük yazı puntolu ve tam yedi sayfa. Vatana millete hayırlı olsun.
Sonunda (Vakıf) yazanları ilk önce arayayım dedim. E-Devlet’te okurken 12.500.- gibi bir ibâre göz ucumda kalmış, hazırlıklıyım, şok edemesinler gayrı diye. Neyse başladım vakıf parantezlilere… Onbeşbin liradan kapı açtılar, temmuzda zam olabilirle sürdürdüler. Birkaçını öyle aradım ve özellerden birkaç seçim yaptım… Tabii Google Maps’ten araştırarak ilerliyorum ve fiyatları duydukça modum düşüyor. Yirmibeşbin, otuzbin tek kişilik odalar. İki kişilik olursa fiyat düşüyor ondokuzbinbeşyüz liraya. Bir tanesi yirmibeşbin liraya tek kişilik oda ama banyosu tuvaleti koridorda bir odamız var dedi.
Şu an ara verdim yazmaya, ellerim başımda yazdıklarımı okuyorum.
Dökümler elimde, ara ara bakıyorum doğruluğuna, teyit ediyorum. Gerçekten öyle ve hatta bir tanesi otuzbin liraya tüm odalarının dolu olduğunu, üç kişinin sırada beklediğini söyledi ve ekledi “Biz vip’iz.”. Bunlar dediğim gibi çıplak fiyatlar, ekstrası da varmış. Eğer eliniz, ayağınız tutuyor, aklınız başınızda ve kendi gereksinimlerinizi görebiliyorsanız bu fiyatlar geçerli, ayrıca belirtilen bu.
Deriz ya “Bakanım olmazsa, giderim huzurevine.”… Gidersiniz!!! Hayaller, gerçekler.
Yazarken, Spotify’ın bana hazırladığı haftalık müziğimi dinliyordum. Bitti! Relax Music seçtim, onu açtım… Anca olurum belki dinlerken.
Bakıp araştırmaz olaydım, nereden tetiklendim modundayım. İyi kötü gidecek bir yer durumlarını dumur ettim.
Asgâri ücretin, emekli ücretlerinin durumunda hâl böyleyken, huzurevlerinde böyle. İnsanlar kiralık ev fiyatlarıyla boğuşurken, alım gücü yerlerdeyken, huzurevi ücretlerini doğru bulmalıyıza gelmeliyiz değil mi? İyi de emekli bir kimsesiz ne yapacak? Dârülaceze dediğinde, bekleyen sayısını düşünemiyorum bile.
Öncelerde bir yazım vardı huzurevleriyle ilgili; yaralanmış, örselenmiştim… Meğer onlar şanslı kişilermiş diyesim geldi. O zaman dediğim asırlar önce değil ve dörtbinbeşyüz, altıbin, yedibin gibi rakamlardı. Devlet %40’la sınırlandırmış son zamları… Artık bilmiyorum bu ikinci zam mıdır o tanıdığın gittiğinin üstüne? Yine de dokuzbin oluyor, iki zamda. Şu an giriş için onbeşbin lira istiyorlar ve yılda iki zam geliyor, asgâri ücretin her artışıyla… E! Bu içeride yaşayanların gelirleri emekli maaşlarıyla sınırlı ise sokağa mı atıyorlar? Özel huzurevlerine değinemiyorum bile… Daha giriş yapmadan artıştan dem vuruyorlarsa, ne denir?
Hayat!
Sen yıllarca çalış, didin, çocuklarına yet, artık durup dinleneceğin döneme geldiğinde, eğer birikim yapmadıysan ki şu an insanlar yaşayabilme çırpınışları içinde… Al sana “homeless” macerası.
Yıllar önce rahmetli büyük dayımın bir arkadaşı vardı, Ankara’dan geldiğinde Beşiktaş’a gider, uğrardı… Orada oturuyorlarmış. Neyse arkadaşı karı, koca çalıştılar, çocuğu Robert Kolej’de okuttular ki dayımın oğlu da orada okuyordu, belki de oradan arkadaş olmuşlardı. Çocuk koleji bitirdi, Amerika’ya gönderdiler okumaya orada devam etti. Para gerek tabii, iki emekli insan neye yetsin? Çocuğa belli etmeden, üzülmesin diye tabii, oturdukları daireyi sattılar ve onu orada mezun ettiler. Çocuk Amerika’da birini buldu evlendi, daha da anne babasını arayıp sormadı. Dayımın oğluyla yaşlarımız yakın, benim bunu takibim de küçük yaşlara denk gelir, sonrasında büyümüş olsak da. İçime çökmüştü! Dayım her geldiğinde onlara hep uğradı, çektikleri zorlukları anlattı, durdu.
Niyeyse, şu an aklıma geliverdi… Yaşıyorlarsa Allah yardım etsin. Öldülerse Allah rahmet eylesin.
Çocuklar memnun olsa da olmasa da, kendince bir yere kadar getiriyor anne baba. Yıllar insanı olduğu yerde bırakmıyor, yaş ilerledikçe beden, ruh, dayanma gücü de terkediyor yavaştan. Artık deniliyor ki kenara çekileyim, dinleneyim, huzur bulayım… Al sana huzurevi huzuru. Beklentin hiç olmadığı için, onun ne olduğunu hiç bilmediğin için, yine kendi başımın çaresine bakayım diyorsun… Diyorsun! Diyorsun!
Hayat!
Sonu hiç olmayacak bu yazının… Neler yaşanacak?
Bizler bir saniye sonra nelerin olacağını bilemeyiz? Hep iyilikler olsun hayatımızda, hep iyilikler, hep iyilikler.
Sevgiyle, sağlıcakla…