An… Anılar… Şükrân…
Yazmamak, yazamamak için uydurma sebepler üretmenin anlamı yok… O an ya da belli bir zaman diliminde canın istememiştir, o kadar. Can istememesinin, bir dolu nedenleri olabilir işte… İçinde bulunduğun koşullar seni belli bir noktadan öteye geçirmeyebilecektir… Sen bile yazdıklarından bunalıma girebileceksindir… Yazdıkların rutine bağlayıp iç sıkıcı olmaktan öteye geçmeyebilecektir, …, …, falan. Yine de olumlu bakabildiğin zamanlarda bu hiiç sıkmaz seni, umursamayabilirsin… Oysa ki hassas durumlarında bu da kafaya takılacak şeylerdendir, vazgeçmeye uygunsundur yazmaktan.
Bu da böyle bir dönemdi.
Ne geçerse içimden yazacağım yine…
Öyle!
Hayal gücüm çok güçlüdür taa çocukluğumdan beri… Öldüreyazdılar. Suçlama yapma, kendinde ara diyenlere… Yaş ilerledikçe mantık ağır bastı, gerçekler yok etmeye uğraşıp durdu… Ama kararlıyım, yine hayal kurmayı üst seviyelere çıkarmaya. Zorlanmanın anlamı yok. Gerçekler bildiğini okuyacak nasıl olsa.
Nereden estiyse sabah sabah, lise birde edebiyat dersinde yaşadığım duygulanımlar ışık hızıyla geçti aklımdan… Yazmak istedim… Şu an yazmaya başladığımda ise tetikleyenin ne olduğunu ayrımsadım… Paylaşalım bakalım.
Sömestr tatili denirdi zamanımızda, onbeş gündü. Tatilleri sevmeyen çocuk olur mu? Olur ki ben onlardan biriyim. Tamam pazar günlerini de sevmezdim. Meğer ertesi gün okula gitmek için yapılan hazırlıklarmış aslında sevmediğim… Banyo sırası, önlüğüm ya da formam hazır mı stresi, ödevleri yetiştirmek durumunda olmanın dayanılmaz ağırlığı falan… Hâlâ da en sevdiğim gün cumartesidir… Artık iş, güç olmasa da hafta içi stresin geçmiş alışkanlığından mıdır ne?
Neyse dönelim konumuza… Sömestr tatili kâbusunda, kar sevmediğimden “yağsın bitsin de okula giderken zorlanmayayım bâri” ve tatil bir işe yarasın düşünceleri bende… Ev kalabalık, iş ona göre çok, bir işin ucundan tutacaksın, kafanı dinleyeceğin bir köşe bile yok… O hengâme içinde bir köşeye çekilip kitap okusan, göze batar… Gelmişsin ondört, onbeş yaşına… Yiyorsan, kirletiyorsan, çalışacaksın. Bana ev süpürüp, toz almak düşerdi. Çamaşır yıkamak, ütü yapmak ne bilmezdim… Doğruya doğru. Eh! Babaannem, annemi de kapsamak üzere mutfağa kimseyi sokmazdı… Bilinmeyenlere yemek olayını da ekleyebiliriz.
Ay! Şu lise birinci sınıfa gelemedim… Hay şu benim detay anlatımım… İstiyorum ki o günü yaşayalım.
Bir savaşım ile sömestr tatili bitti, edebiyat dersindeyiz… Öğretmen “tatilde yaptıklarımız” ile ilgili ödev vermiş, parmağını uzatıyor “Sen oku!”, seçtiği kişi okurken ben onun evine gidip, hayal gücümü de ekleyip dinliyorum. Kişiler ayrı, kişilikler ayrı, kapının ardında yaşananlar hepten ayrı. Bizler aynı yaş grubunun çocukları olmamıza karşın, öyle değiliz… Kimi daha bir çocuksu, kimi yaşını aşmış da geçmiş. Eyy hayat!!!
Göğsüme bir ağırlık çöktü ve mola verdim… Ben nasıl biriyim ki okurken yaşa, yazarken yaşa, düşüncelerinde oralara git ve gör… Adı her neyse.
Bir arkadaşımız (Bu arkadaş benim itici bulduğum, etrafına küçümseyerek bakan biri. Notları genelde zayıf, tahtaya kalkınca bilemese de utanç duymayan, üzülmeyen biri ve benim ölçülerime *onlar da neyse* göre çirkin) okuyor, okudukça ben hayal kuruyorum… “Kendine ait odası” varmış, geç uyanıyormuş, annesi gelip “Haydi kızım saat kaç oldu, kalk artık.” diyormuş. Kalkınca yine de uykulu uykulu kahvaltısını yapıyormuş, sonra canı isterse “masasının” başına geçip biraz ödev yapıyormuş ya da annesi “rica” ediyormuş ödevini yap diye. İsterse yeniden yatıp kitap okuyormuş. Gezmeye gidiyormuş; pastane, sinema falan… Bunun gibi şeyler okuyor ve ben, benim için hayal etmenin bile ötesinde olan bu yaşanmışlığı ağzımın suyu aka aka dinliyorum. Halil Sezai o gün yazmış olsa, bir avaza “isyaaannn” şarkısını söyleyeceğim.
Bir arkadaşımız (Bu arkadaşımı seviyorum. Çok güzel, zarif yüz hatları var. Kendi de oldukça zayıf ve sessiz sedasız köşesinde duran, kafası önünde pek konuşmayan, okul forması soluk renkli ama çalışkan, notlarıyla çekiştiğim yine de sınav sonrası birlikte sonuçları tartıştığımız, benim şimdiki gibi ender arkadaş olduklarımdan) okuyor, okudukça ben hayal kurmayı bırakıyor, sıranın altına saklanmak istiyorum. Annesi evlere temizliğe gidiyormuş. Babası da bir okulda hademeymiş… Sanırım o okulun müştemilâtında oturuyorlardı. Tatilde ödevlerini yapmanın yanı sıra annesine yardıma da gitmiş, kardeşlerine de bakmış, evin yemeğini pişirip temizliğini de yapmış… Bir önceki hayal ve düşüncelerimden utanıyor, o an ona sımsıkı sarılmak istiyorum ama olmaz; belli etmemeli, doğal davranmalı ve iyi ki arkadaşımmış diyerek arkadaşlığımı daha da güçlendirme yoluna gitmeliyim… Ondan alacağım çook ders var.
Bunlar benim için iki uç örnek olarak aklımda yer etti ve o günü, verdiği dersi hiç unutmadım. Buna karşın hep “bir odam olsun” düşüncesini aklımdan da atamadım. Şööyle kendime ait bir masam, kitaplarım, dilediğimce istediğimi seçip dinleyebileceğim eşlik eden müziğim… Kimse “neden okuyorsun?” diyemesin… Kimse “gelip beni yerimden” edemesin…
Evlenince, yine ortak yerlerde yaşıyorsun… Gençken, yeni evliyken bu durum daha bir önemli… Eh! Çalışıyorsan zaten zamanın kısıtlı, aralarda kendine “okumaya zaman ve alan yaratma” durumlarındasın… Ya da benim için öyleydi.
Çocuklarım olunca daha bir kısıtlanma oldu yaşantımda. Şöyle bir anım geldi aklıma; büyük oğlum mutfağın bir köşesinde “gözümün önünde” oynuyor, küçük oğlum sol koltuğumun altında çorba karıştırıyorum amaa kitabımı öyle bir yere koymuşum ki “o-ku-ya-bi-li-yo-rum”… Ne mutluluk. Onları uyuttuktan sonra kendimi dinlemek adına yine okurdum… Uykusuz kalır, gece uyandıklarında söylenir, sabah uyanma güçlüğü çekerdim… Evet! Okumayı hiç bırakmadım. Bu nedenle büyüklerimden ne sözler işittim o ayrı. Sanki işlerimi gelip birileri yapıyor, çocuklarıma birileri bakıyordu. Ben gerçekten zayıf, uykusuz ortalarda dolansam da bir dolu söz işitsem de kitaplarımdan kimse ayıramadı beni. Hatta Şemsipaşa Kütüphanesi’ne iki, dört yaşındaki çocuklarımı da üye yapmıştım fazla kitap almak için… Ödünç kitapları götürmek, yeniden almak için onlarla gidip gelmenin güçlüğü nedeniyle böyle bir iyilik yapmıştı çalışan.
Çocuklarım büyüyünce onların odalarının olmasına, çalışma ortamlarının uygunluğuna özen göstermeye çalıştım kendimce. Birer masaları, dolapları, müzik dinleyebilecekleri küçük de olsa bir set falan olması için dikkat ettim… Ya da ettiğimi düşünüyorum. Artık kendi memnuniyetleri ya da memnuniyetsizlikleri… Bilemem.
Doğal olarak ben yine salonun bir köşesi, orası dolarsa mutfak gibi idare ettim… Ama yineliyorum hep dilediğim gibi çalışabileceğim, okuyabileceğim, müzik dinleyebileceğim bir odamın olmasının hayalini içimin bir köşesinde umarak.
Bugün bir şey almak için girdiğim odada(!), masanın başında birden aklıma üşüştü düşünceler… Yazmak, paylaşmak istedim.
Bu yazıyı odamda, masamın başında, dizüstü bilgisayarımda, müzik setimde dinlediğim hafif müzik eşliğinde yazıyorum. Arada bir kendime ait çalışma odamdaki çalışma masamın, yumuşak ve rahat koltuğunda arkama yaslanıp pencereden dışarıya bakıyor ve şükredecek öyle çok şey görüyorum ki… Yaşım mı? Ne önemi var, Allah sağlık versin.
Ben bu duruma gelene dek hep şükrettim, olsa da olmasa da… Bakmıyor, görüyorum çünkü.
Allah’ıma şükürler olsun. Allah’ıma hamd olsun.
Sevgiyle kalın.