Az biraz ben’ce…
Yazacağım diye günlerdir aklımın içinde dolanıp duruyor ve ben bu işi tabletten başlattım. 🙂 Çünkü tam başlayacağım, önüme YouTube’dan cep telefonu güncellemesi düştü. Güncellemeye başladım, tabletten bir önceki “Gelişigüzel” yazımı okuyup öyle yazayım dedim. Tableti açınca sekmeler çıktı önüme. “Topraklama” diye bir tanesini görünce, sekmeyi açtım. Okurken kendimi topraklamam gerektiğine karar verdim. Çıplak ayak toprakta gezin diyor, basamam. Çıplak elle toprak işi yap diyor, yapamam. Ağaçlara sarıl diyor… Burada evvel ezel gidip ağaçlara sarıldığım aklıma geldi, kocaman gülümsedim. Meğer ben bilmeden gereksinim duydukça gider ağaçlara sarılırmışım. Yalnız yazıda “dışarıdan deli gibi görünmemek için” ağacın altına da oturabileceğimiz yazılmış. Kimin umrunda? Gidip gidip ağaçlara sarılan benim değil.
Kendi kendime gülüyorum, yaptıklarımla ağlayıp üzülecek değilim ya, eğlenirim.
Gelelim durduk yere üstteki satırı neden yazdım? Ağaç olayını geçtik. Yazacağım diye başlangıç yapıp, tablette sayfa açtım. Tabletin bir klâvyesi var, onun üzerine oturtmuştum. Pek kullanılmadığından, ilk başlarda ve şu an da aralıklı olarak kimi harflere basmayabiliyor. Yazarken gözüm sürekli yazdıklarımı kontrol etmekte. Bu arada tablette de sözcükler çıkıyor, doğru olarak ve ben onlara parmakla basıp hataları düzeltiyorum. Buraya kadar güzel.
Ben çalışma masamda oturuyorum, tüm bu olaylar orada gelişiyor. Tablet nerede duruyor? MacBook’un üzerinde. Peki ben neden yazmak için tabletle boğuşuyorum? İşte yukarıda “kendi kendime gülüyorum” dediğim an aklıma bu geldi… “Neden McBook’ta yazmaya başlamadım ben?”
Bilinçaltımda tableti çok aralıkla elime aldığım, her ne yapıyorsam telefonu kullandığım vardı, bir kenarda üzülüyor diye düşünüyordum (bu da ilginç!). Çok eski ve güncellemeleri bir yerde kaldı. Yine de okuma işlemlerinde gayet güzel işe yarıyor. Hem telefon pilinin bitme süresini de uzatır… Tabii bu da geçmişti aklımdan. Sanırım güncelleme, topraklama, ağaç, tablet, telefon pili ve zaten günlük yaşantında oluşanlarla, aklım bir çorba oldu.
Burada yazıya zorunlu ara vermişim, yanı başımızdaki parka gidip çay içtik, ertesi gün teyzemin kızları geldi, zaman geçti ve ertesi gün oldu, ben devam. Pazar gecesi, şimşekler çakıyor, yağmur yağıyor, cam aralık, serinliği geliyor… Güzel ortam.
Bu arada McBook’tan yazayım, çektiğim eziyetler son bulsun dedim. “Page”i açtım, yazı yok. Yeniden kucağıma tableti aldım (aman ne yoğunum, eğliyoruz işte kendimizi), oradan “page”i açtım, durup duruyor. McBook’ta iCloud’tan indirince yazıya kavuştum. Demek yeni bir şey daha öğrenmem gerekiyormuş. Mc’te sağ üst köşede de “İpuçları : iPhone’unuzu Mac’inizden kullanmayı öğrenin” yazıyor. Bunlar bana daha çok şey öğretmeye niyetli. 🙂
Benim bu unutmalarım, yaş ilerlemesi falan değil. Yıllar önce kışın yazlığa gittik. Kardeşim balayına Clasis’e gitti, bizim ev de yakınında, “ille siz de oraya gidin, biz size uğrayalım” diye tutturdu. Kıramadık, gittik. Ben ortalık, yemek, bulaşık falan uğraşıp duruyorum ama böyle dağ gibi bulaşık, yıka yıka bitmiyor. . Dönmeye bir gün kala, gece bulaşıkları yıkamışım, sırtım ağrıdı, mutfak tezgâhına yaslandım, karşımda beyaz eşya bir dolap parıldıyor… Ben bulaşık makinası olduğunu unutup, onu kışlıktaki fırına benzetmişim ve günlerce bulaşığı elimde yıkamışım. Kafamın karışıklığı o günlerden kalma. Öyle kendimizi harap etmeye koşulluyuz ki, rahatı unutuveriyoruz. Kimsenin hatırlatmaması da ayrı tabii. Hâlâ aklım almıyor yaptığıma, anlatıp duruyorum, kendime kabul ettirmek için… Neyi? Aptal olmadığımı mı? Yooo! Bence gayetiyle öyle. Artık yazlığımız yok, o yorucu (benim için) yer bitti. Her gidişte evdeki eşyaları unut, bak ki neler vardı, yatağını yastığını günlerce yadırga, gelen giden, toz toprak, denize in çık ve benzeri işler. Rahat, yayılan, sabah oyuna başlayıp akşama evine çıkan, keyfini çıkaranlara diyeceğim yok… Ben kırk yıl beceremedim. Gençlikte yine koşturuluyor da yaşlılıkta hiç çekilmiyor, bence.
Hani yeşiller içinde güzel bir ev vardır, belki önünde de havuzu. İki tane rahat koltuk, ortada sehpa ve üzerinde içecekler. Bir çift oturmuş sohpet ediyor, buz gibi içeceklerini yudumluyor… Bunlar hep “fotoğraf” hileleri. 😀
O balkonlar yıkanacak, o bahçeye düşen yaprak, çöp neyim toplanacak, sabah öğle akşam yemeğin yapılacak, alışveriş ayrı, gelen gidenin çarşafı, yastıkları, pikeleri bir sonraki gelen için yıkanıp temiz tutulacak, yemekleri yapılacak ki âfiyetle yensin. Tabii kahve ve çay, atıştırmalık ikramları da unutulmayacak, denize girildiyse duş durumları da olur mutlaka. Çünkü onlar bir iki gün kalıyordur, eğlenmek haklarıdır… Oysa evi olan üüüç ay süresince oradadır. Sen bu arada çocuklarına da bakacak, onlarla da ilgileceksin, unutma.
“Negzel” yazıyor ya cebir kuşağı yani x, y, z diye betimlemelere geçtik artık. Benim kuşaklarla ilgim yok, ille de insanlık diyorum. “Negzel” işte.
Kaplumbağa gibi evini sırtında taşımak, hoş onunki bir kabuktan ibaret… Kafasını, ayaklarını içine çektimi işi bitiyor. Benim durum farklı… Ben de evimi yanımda taşımaktan yanayım. Çantamın durumu zaten yakınlarımca “söz konusu” edilir sürekli, içinde bir ben yokum oysa bir omuz uzaklığındayım. İlâçlar, suyum, bir atıştırmalık, çakı, deprem düdüğü, mendil, kolonya, fener, yara bandı, kâğıt, kalemler, silgi, kitap, cüzdan, anahtarlar, bolca kağıt havlu yaprağı, maske gibi şu an aklıma gelenler… dahası var da hepsi çantaya sığmayıp ağır olduğundan bir de giysilerime uygun küçük torba edindim, bölüştürüyorum. Şimdi, hep söz edenlerin bir gereksinimi olunca bana başvurmalarını ayrı tutalım.
Geçenlerde sıkça yaptığımız gibi mezarlık ziyaretinden birinde gitmiştik, babamla babaanneme… Onlar aynı yerdeler. Biz mezar üzerine çiçek dikmeye uğraşıyorduk ki oraya da eldiven götürmüştüm, toprakla uğraşacağımdan. Yan tarafta da kızı vefat etmiş, yeni toprağa vermişler, büyükçe bir grup vardı. Biraz sonra yanımıza gelip su ve içecek sordular, tansiyonu düşüp fenalaşmış annesi. Tabii hemen servis yaptım onlara. Büyükçe grup ve bir tanesinin çantasında yok bunlar. Demek ki gerek oluyor ve bencileyin biri de hamallık dedikleri bu durumla, yardımcı olabiliyor.
Evimi yanımda taşıma isteğim de böyle bir şey işte. Gittiğim her yerde gereksinimlerim, işimimi kolaylaştıracak her şeyimin yanımda olması gerek. Bu nedenle karavan diyorum. Otellerde bile nerede yıkandığı belirsiz çarşaflara, yastık kılıflarına yüz sürmek nasıl bir duygu? Karavanımda tüm beyaz eşyalar, elektronik aletler olacak. Ben “Tiny House”ları da çok seviyorum. Küçük evde yaşamaya alıştım, çok da seviyorum, hoş burayı da doldurdum o ayrı. Küçük evde yaşamanın ilk koşulu aldığın eşyayı işi bitince yerine koymak. Böylece derli toplu duruyor her yer ve çoook iyi oluyor. Sevimliliğini ve samimiyetini de unutmayalım. Benim için öyle. İstediğim zaman tek başıma olacağım bir odam da var. Sevdiğim aksesuarlarla doldurduğum, müziğimi dinleyeceğim, tütsülerimi yakacağım… Yazıp çizeceğim bir çalışma masam var daha ne olsun?
Çocukluğumda, gençliğimde olmayanı oluşturduğum sevgili odam, sevimli evim. Çok büyük, çok modern, çok havalı, çok …, çok …, ucu bucağı bitmeyen şeyler değil, içinde gerçekten kendini rahat duyumsayacağın, zevkini yansıtan ufak tefek şeylerle de mutluluğu yakalayabildiğin yer. Kimsenin beğenisine sunmuyorsun, kendin için yarattığın bir ortamdasın daha ne? Şu an hep öyle yaşadığımın anlamına varmak ilginç bir duygu. Sevdiğim giysileri giymektir örneğin, insanlar beğensin diye değil. Kitap okumak aşktır, insanlar “aaa kitap okuyor” desin diye değil. Hobilerim kendi zevkime göre seçtiğim, renklerini oluşturarak yaptığım şeyler. Hayatımın her sürecinde çok bilgi öğrenmeyi sevmek kapsamı da dahil her şeyi “kendi istediği için yapmak” tadına doyulmaz bir şey. Menfaat uğruna severmiş görünmenin iticiliği diye bir şey var ki kişi anlamasa da sırıtır. Bir de sevdiğini menfaatsiz sevmenin verdiği huzur var. Uzaaar gider. Farklılığımı seviyorum, kimseye anlatmak zorunda olmadığımın farkındalığını da.
Hep derim ya burası benim alanım, dilediğimi yazarım diye, işte öyle bir şey. Belki benim gibi duyumsayarak kendini farklı gören, farklı görenlerin sözlerinden, gözlerinden kendini sakınmak isteyenlere de örnek olabilir. Asla çekinmeyin, kendiniz olun ama “gerçekten kendiniz”, etkisinde kalmayın kimsenin. Demek istediğim saygısızlık, hırçınlık, sevgisizlik, seviyesizlik değil asla. Yapmacıksız bir kişilik olun, geriye dönüp bakmayın. Olduğu gibi kabul eden sevgiler hep var olacaktır, inanın… Değilse de ‘yolu arşa kadar’ diyebilin. Sevginin anlamına varamamış, kişiliğini bulamamış, kendini ispatlamak için çırpınanlar da olacaktır, belki de yanı başınızda. İşte onun ayrımı ve tutacağınız yol sizin seçiminizdir. Akıl ve mantık bu tür duygularla baş edebilmek için vardır, unutmayın. Her yaptığınızın, seçiminizin, düşüncenizin kesin doğru olduğunda da diretmeyin. O aralığa; araştırma ve yine akıl, mantık yürütmenizin gerekliliğini ekleyin. Hepimiz hata yapabiliriz, insanız.
Hayatın kolay olduğunu kim söyledi? Hep mücadele, son nefese dek. Bizler de arada eğilip, bükülsek belki dibe de vursak, dik durmanın, fırlayıp yüzeye ulaşmanın yollarını bulacağız… Yeter ki kendimize olan inancımız, özgüvenimiz olsun.
İstemsiz öğüt verme durumuna geçen bir ben var. Aklımın sürekli analiz yapıp sona erdirmesiyle ilintili olabilir. Akıl danışmak için açılanları dinlerken sürekli ileriye gidip, seçenekleri gözden geçirir benim akıl. Anlatılanlar bittiğinde diyeceklerim kendiliğinden oluşur bu nedenle ama hep doğrular, incinmek yok. Belki biraz daha hassaslıkla söylenebilir ama kandırmaca yok. Ben söylerim, seçim anlatanın olur. Herkesin seçeceği yola asla karışılmaz ki ben çok güvenlikçi olduğum için, tutucu davranıyor olabilirim. ‘Öğüt verme durumunda olan bir ben’ demiştim ya, işte bu nedenle anlattıklarım nasıl uçarak başka konulara atlıyor, sonunda yeniden toparlanıyor, oldukça uzun oluyor ve ardından “az biraz ben’ce” bitiyor. 😉
Sağlıcakla ve sevgiyle…