Artık demir almak günü gelmişse zamandan…
Biraz önce Yüksel Özel’in yeniden doğuşa yol aldığını öğrendim, birkaç gün önce Ayla Algan… Geçen hafta da biz zaten içindeydik bu durumların. Doğal tabii de üzüntü ve etkilenme insanı sarsıyor. Rüzgarda gezinen, dalından düşmüş yapraklar gibiydim düşüncelerimde… Bir o yana, bir bu yana. Yazarı Dr. Michael Newton, “Ruhların Yolculuğu” kitabını aldım, aklıma üşüşenleri bir nebze çözümlemek adına. İlginç ve iyi gidiyoruz, tam olamasa da. Hayat ve ötesi çok bilinmeyenli denklem gibi sonuçta.
Torunum görüntülü telefon açtı, çok kısa bir süre önce aklımıza bile gelmezdi, uzaklar yakın oldu artık özlem gidermede. Odalarını toparlamışlar… Birinin bir torba, ötekinin iki torba ayrılacak eşyaları olmuş. Dedim “Benim eve gelseniz kim bilir kaç torba olur, hoş eşyaları sıkça değiştirdik ama… Gerçi onlar da antika olmuştur.”. Büyük diyor ki “Babaanne, antika otuzbeş, kırk yıllık eşyalarda olur.”. Eh! “Benimkileri müzeye götürürsünüz, elli yıllık şeyler.”.” dedim. Yani bugün ben sarsıldık, burulduk düşüncelerindeyken, aklıma annemin kırklı yaşlarında vefat eden arkadaşını duyduğumda “Amma çok yaşamış” dediğim günlere kadar geriledim, beş yaşıma dek. “Ü-üüf! Kırk yıl yaşamış, ne büyük rakam.”. Biz sonraları anladık onu… Acı, acı. Nasıl geçti habersiz de değil, dibine dek hissettirerek, yaşatarak geçti… Kimi günler çok hızlı, kimi günlerin geçmek bilmediği şekilde ama geçip, gidiverdi. Geldik, müze çağına. Gerilere gidip dağıtayım biraz, öyle ya da böyle yaşadıklarımıza.
Yirmili yıllarımın başındayım, okuyorum, çalışıyorum ve evliyim. Kabataş, Ekemen Han’daydı iş yerimiz. Anlat, anlat bitiremem manzaranın güzelliğini. Denizle aramızda bir cadde var, tüm manzara gözlerimizin önünde. Karşımızda Kız Kulesi, Salacak, Üsküdar ve sol tarafta Boğaz olanca güzelliğiyle. Arabalı vapurla gidip gelmek apayrı bir keyif… Çok seviyorum İstanbul’umu ve çok çok korkuyorum bir depremle oluvereceklerden. Bunu da mutlak belirtmeliyim.
Yıllar sonra biz iş yeri değiştirdik ve bir apartman dairesine geldik, yine Kabataş’ta. Ön tarafı deniz, derya ama arka tarafları bir bahçeye bakıyor, Yüksel Uzel’in dairesinin de baktığı bahçe bu, gerçi o birkaç kat üstte. Kaç kat olduğunu hiç bilemem, hiç sormadım ama konuşma seslerini biz duyuyorduk, çok da üstte değildi sanırım. Bir de köpeği vardı, bakıcısı gezdirmeye çıktığında asansörde karşılaştığımız, sıkça sesini duyduğumuz. Sonraları Turgut Özal’ın kızı da o dairede gizlice nikâhlandı diye magazin haberlerinde duymuştuk. O aralar amma olay olmuştu… Mazide kaldı.
Şirketin kuruluş gecelerinde de çok değişik yerlere gittik, çok şarkıcı, sanatçı dinledik, kendimizin gidemeyeceği yerlere gittik. Daha sonraları Beylerbeyi Spor Kulübü, Ayvansaray Kulübü geceleri de eklenmişti. Örneğin Taksim Maksim’de Zeki Müren çıkacak ve o an için yemek servisi durur, çatal sesi bile olmayacak, çıt çıkmayacak ki o sahne alacak… Öyle bir prensip. İki çift olarak Caddebostan Maksim’e gitmiştik, nasıl bir özel gündü unutmuşum. Baktık zayıf, gencecik biz yaşlarda bir erkek ama kibar hareketli. Beyaz takım elbise içinde, sesi gür mü gür, güzel de söylüyor. Şimdiki gibi her şeyden ânında haber almak yok tabii. O zamanlar empoze edilmeye çalışılıyor muydu yoksa zaten kendini kanıtlamış mıydı bilmiyorum. Beğenmiş, meşhur olur diye aramızda konuşmuştuk. Bülent Ersoy ilk sahne aldığında izlemişiz meğer. Yıllar sonra Gar Gazinosu’nda yine izlemiştik ama arada dağ farkı oluşmuş, o gece Gülben Ergen’i ilk kez sahneye çıkarıyor, yardımcı oluyordu.
Ferdi Özbeğen’i birkaç kez izledik. Sağ elinde kadehi, yandan yandan gelişi geç zamanlarına denk gelir. Artık yaşını almış, sahnelere âşina, seyircisine çok yakın olmuş. Arabesk fırtınasında Coşkun Sabah, Ümit Besen, Cengiz Kurdoğlu, Arif Susam ve birileri daha var izledik ama unuttum inanın.
Bebek Gazinosu’nda dinlediğim fasıl muhteşemdi, hiç unutamam. Gerçi genelde gazinoda önce fasılla başlar, ardından uvertürler ve assolist çıkardı. O gün de uvertür olarak rahmetli Mehtap Ar, ardından assolist olarak Behiye Aksoy’u dinlemiştik. Yaşar Özel, Abdullah Yüce, Mustafa Sağyaşar, Zeki Çetin, Zekâi Tunca ve şu an yine aklıma gelmeyen izlediklerimiz…
Babaannemin yakın bir akrabası vardı, anneanneme Denizli’ye gittiğimizde, kızı da yaşıtım diye ziyarete giderdik. Sonra İzmir’e taşınmıştı, İstanbul’a geldiğinde mutlaka bize uğrardı (Ali İhsan ağabeyi ve tüm yitirdiklerimi rahmetle anıyorum). O gelişlerinin birinde Aksaray’da Çakıl Gazinosu vardı, oraya götürmüştü bizi, sanırım lise yıllarımdı. Vasfi Uçaroğlu ve orkestrasını dinlemiştik. O da Kâmuran Akkor’u tanıtmış ve sahneye çıkartıp birkaç şarkı söyletmişti, sonra evlenmişlerdi.
Bir de tiyatro, sinema bölümümüz var tabii. Üsküdar Sunar Sineması, çocukluk gençlik yıllarımda gittiğim sinema. Bilet için Caddede kuyruğa girişlerimiz. Yazlık sinemalarımız çok güzeldi. Bahçede sandalyelerde aile, dost, komşularla birlikte oturduğumuz. Belli saatte herkesin çıkınlar açılır, köfte kokuları yayılırdı. İlle de Çamlıca Gazozu içilecek yanında. Nasıl bir güzellikti…
Tiyatroya okulla gidilirdi çocukluğumda. Lisede Taksim’de açılan Atatürk Kültür Merkezi’ne Fındıkkıran Balesi’ne gitmek için, babamı zorlukla ikna ederek “izin imzası” almıştım. Bizim aile koşulları… Neyse biz gittik, yanıma da Edebiyat Öğretmenim oturmaz mı? Kıkırdamak yok tabii, sakince izliyorum. Koltuklar da yumuşacık, puf puf geldi bana, içine yumuldum, gözlerimi tavandan alamadım bir süre… Işıklar karardığı zaman, tavandaki ışıklar yavaşça sönüyor ve bir süre gökteki yıldızlar gibi parlıyor, sonra kararıyor. Neyse ben ciddiyetle sahneyi izliyorum, derken yanımdan “puf, puf, puf” diye düzenli bir ses gelmeye başladı. Baktım öğretmenim gömüldüğü koltukta uykuya dalmış. Hiç ses etmedim, alkışlarla silkelenip, gözünü açmıştı. Tabii ikimiz göz göze geldik ama hiç bozuntuya vermedik.
Tiyatro, canım dayıcığım Kerem Yılmazer’le (Allah rahmet eylesin) doruğa çıktı. Her galaya gittik Dormen Tiyatrosu ve sahne aldığı her tiyatroya. Gala gecesi neredeyse çoğu tiyatro sanatçısı gelirdi. Fuayeye de gittiğimiz için çoğuyla tanıştık, sohbet ettik. Rahmetli Hadi Çaman’ın bir öğüdü vardı, unutamam. Göksel Kortay yengem de sonrasında katıldıklarına davet etti, sağ olsun.
Çocuklarımızla her ay bir tiyatroya gitmeyi alışkanlık edindik. Tevfik Gelenbe, Feridun Karakaya, Nejat Uygur, Ali Poyraz aklıma ilk gelenlerden. En son Beşiktaş Kültür Merkezi’nde gittiğimiz neydi hatırlayamıyorum. Cuma gecesine biletlerimizi alırdık… Önce yemek, ardından tiyatro. Çok uzunca bir zaman sürdürdük. Ben Üsküdar Musahipzade Tiyatrosu’na da götürürdüm onları ara ara. Devekuşu Kabare’yi neredeyse hiç atlamadan, büyük bir keyifle izlemişizdir biz büyükler olarak.
“Artık demir almak günü gelmişse zamandan” deniliyor, nefes sayısı tükenen de alıyor demirini çıkıyor yolculuğuna ve bu kalanlara zor geliyor. Kalan kendi zamanını da düşünüyor mu? Gelmez mi akla? Yaş aldıkça bu duyguların daha ağır bastığına inanıyorum. Bu nedenle ruhların yolculuğuna uzanayım biraz dedim. Zaten kitabın bir yerinde de değinilmiş bu konuya. Düşüncelerimin akış yönünde ilerliyor kitap. Denk gelişlerime şaşırıyorum. Not alıyorum sayfa kenarlarına ki benim kitap okuma tarzımdır… Satır altları çizilir, kenarlara soru işaretleri, ünlemler, yıldızlar konulur, gerekirse vurgulanan bir kez daha tarafımdan yazılır. Dünyadan kopulup, yazılan yaşanır.
Müzelik olmuşuz ama çok şeyler yaşamış, aşmışız ki bitti mi? Hayır! Yaşadığın her gün senin sınavın, vermen gereken mücadelen. Yalnızca yaşa göre çeşitliliği farklılaşıyor. Büyüklerim derdi, hep önüme çıktı, çıkmakta, şimdi kendim bir büyük olarak söylemekteyim. “Yaşadığın sürece oh demek yok” diye. Burada dikkat edilecek konu mücadeleyi hep sürdürmen gerekliliği.
İki önceki yazımda yazdığım ve her an tekrarladığım gibi;
“Tanrım değiştirebileceğim şeyleri değiştirmek için cesaret, değiştiremeyeceğim şeyleri kabullenmek için sabır, aradaki farkı anlamam içinse akıl ver”.
İşte hayatın özeti.