İçinden çıkamayıp, kaybolduğumuz…
Her yazı başlangıcında olduğu gibi günlerdir yazmadığım için kendimi bir kınadım. Konu olmadığından değil, bir anda kendimi başka bir uğraş içinde bulduğumdan ya da “az sonra”larla geçiştirdiğimden oluyor bu durum. Uzatmayacağım, “sıklıkla yazmayı seçiyorum” diyerek konuya geçeceğim.
Mum yandı, tütsü mis gibi kokuyor, müzik de açıldı… Âyin başlasın.
Çeşitlilik bana özgü… Gerek kitap okurken üç ayrı konulu kitabı seçerek okumam, gerek hobilerimde üç ayrı iş yapmak, gerek yemek seçimlerinde bir düzey tutturmayarak kendimi dinleyip ne istediğime karar vermek gibi. Freud’un “EGO VE ID” dolayısıyla “BİLİNÇALTI” kitapları, Osman Balcıgil’in “YEŞİL MÜREKKEP” ki Sabahattin Ali’yi anlatan, Haruki Murakimi’nin “İMKÂNSIZIN ŞARKISI” ve Seneca’nın “BİLGENİN SARSILMAZLIĞI ÜZERİNE – İNZİVA ÜZERİNE” arasındaki gel gitlerim. Hobilerimde de rafyadan çanta örüyorum, miyuki bir uğur böceği yapıyorum delicia boncuklarla, tamamlayamadığım ve hat yazısını kendimin yazacağı kenarının tezhibini bitirmem gereken bir çalışmam arasındayım. Yemek konusu ayrı bir âlem, canım ne istediyse o… Çok çeşitli 😀
Yazılarımda da içime o an ne gelirse… Başlıyorum ve “yüreğinin götürdüğü yere git” olarak bitiyor.
Bugün, yazılarımda da yeri geldiğinde değindiğim, derya gibi bilgisiyle birçok konuda bizleri aydınlatan değerli hocamın bir anı anlatımıyla gelişti ve nerelere götürdü beni. Çünkü konu insanın var olmasıyla oluşup gelişen, bir türlü içinden çıkılamayıp oluruna bırakılmış bir konu bence. Kodlandığımızı düşündüğüm bir olgu.
Değerli hocam çok eskilerden bir anı paylaşıp, “haritaya baktığı her yerde anılarını gördüğünden” dem vurmuş. Ben de hocama “Benim de farklı şekilde anılar geliyor gözümün önüne ve o günlere gitmek çok hoşuma gidiyor. Bazı kez eski günlerde büyüklerimin anlattığını can kulağıyla dinlemediğim nedeniyle üzüntü duyuyorum. Şu an ben anlatınca pek önemsenmediğinde, o günler geliyor aklıma. Bakın siz anlattınız, biz de yaşıyor gibi olduk. Anlatmak, yazmak gerek aslında. İleride anlamına varacakları kuşkusuz… Bence. Teşekkür ediyor, anılarınızı paylaşmanızı seçiyorum. Sevgiyle kalın.” Yazarak yorumladım. Değerli hocam yanıt olarak üniversite günlerinden bahsederek, diplomayı aldığı an aklına düşenleri paylaşmış… Özetle “Askerlik yapılacak, bir işe girilip para kazanılacak, evlenip çocuk sahibi olunacak ve daha da ilerisini düşünerek, çocuğunun üniversite bitirdiğinde olacağı yaşı dahi hesaplayacak düzeye gelmiş”. İleriyi görmek ve sorumluluk sahibi olmak budur. Şimdi burada “büyüklerimizden gördüğümüz buydu”, “bize öğretilenler buydu” ya da “kodlarımız bunları yapmamızı gerektiriyor”a dek geldim ben.
Kendime dönüyorum, ben daha üniversite üçüncü sınıfa giderken evlendiğim için “okuyordum, çalışıyordum ve bir ev kadını konumundaydım”… Kaç yaşında mıydım? Yalnızca 20, durun bir daha yazayım, yazıyla “yirmi”. Şaka gibi geliyor şimdi. Nasıl bir sorumluluğun altına girdiğimi biliyor muydum? Tabii ki “hayır”.
Aklımda okulumu kesinlikle bitirmek vardı ve bitirdim şükür. Biz bu arada yine kodlarımızdan “Dünya’da mekân, ahrette iman” nedeniyle ev borcuna girdik, hem kira ve hem de ev taksidi ödedik… Yalnızca şirketin borç desteği ve kendi çalışmalarımızla. Yine şirkette müdürümüzü yan holding alınca, müdür olmak için gelip gidenler olup da onları gözüm tutmayınca, patronun karşısına geçip “ben olayım, bir sene deneyin, nasıl olsa müdürümüzle aynı binadayız, sıkışırsam ona danışırım, ben size yıl sonu bilanço çıkaracağım ve burayı idare edeceğim” dediğimde ise üniversite son sınıfta ve yirmiiki yaşlarındaydım. Bunları yazınca evliliğin ne olduğunu ve nasıl bir sorumluluk altında olduğumu hiç umursamadığımı görüyorum (babam üniversitede dahi erkek arkadaşa izin vermezdi, ben de evlenmişim).“Karşıma ne çıkarsa başarmalıyım”a kilitlenmişim ben hayatım boyunca. Ya da bizim nesil öyleydi. Yalnız işe girdiğimden itibaren, elimde not defteri, sürekli ne nasıl yapılır diye müdürün başını yediğimi hatırlıyorum. Bir de “hakediş” çıkarılırdı, onu da patrona gidip sormuştum “fiyatları neye göre hesaplıyorsunuz, oranları ne nedenle öyle oluyor” diye. Çünkü hazırlayıp bize kontrol ve sonuç için getirirlerdi. Ben de yalnızca hesap makinesi olmadığım için nedenlerini, niçinlerini soruşturmuştum. Sağ olsun oturup tek tek anlatmıştı patronumuz. Aklıma yatmış, aklımın bir köşesine not almış, denemeler bile yapıp sağlamasını almıştım.
Ne oldu???
Eğer olduğumuz konumu kabullenmezsek, mutsuzluk uçurumu bizi içine alır. Kim demiş bilmiyorum, herkes farklı bir ülke söylüyor ama özünde müthiş etkili “Tanrım değiştirebileceğim şeyleri değiştirmek için cesaret, değiştiremeyeceğim şeyleri kabullenmek için sabır, aradaki farkı anlamam içinse akıl ver”. İşte hayatın özeti demişimdir.
Yetmiş yaşına gelene dek yaşanmışlıklarımdan bir roman çıkar mı? Şöyle demek daha doğru “her insanın yaşanmışlıkları bir roman”. Yine sözcükleri dolandırdım “her insanın hayatı bir roman.”
Şimdi gelelim “iş hayatımı sürdürseydim, çok iyi yerlere gelebilir miydim?” sorusuna ki aklımı sürekli kurcalayan bir konu olarak, çokça mutsuzluğuna çekmeye çabaladı beni ve çoğu kez de başarılı oldu. Aklımı yüzlerle, binlerle ve daha da fazlası sayılarla kitapların arasına gömdü, çözümler aradı. Bunların hepsi kendi içimde ve belki çok çok sınırlı bir iki kişiyle, sınırlı paylaşımlarla. Çevreyi gözlemledim. Çok çok yazdım, paylaştım kendimle ve sonrasında okuyup ders aldım, yırttım hepsini. Eğer farklı bir yapıdaysanız yine kendi frekansınızda kişiler arıyorsunuz. Olmuyorsa zorlamayıp, kendinize yetmenin bir yolunu bulmalısınız… Yalnızlıklardan sıkılmamamın nedeni bu olabilir “kendine yeterli olmak” ve hatta çok severim. O bir huzurdur! Canınız istiyorsa ve kendinizden eminseniz, kuşkusuz bir iki lâflayacak insan da bulursunuz… İstiyorsanız.
Küçük oğlum geçen gün “yine” bir konuda fikir tartışmasına girdiğimizde “Aman anne, sen hep haklısın, senin fikirlerin hep doğru” gibi serzenişte bulundu. Demek ki ona öyle bir izlenim vermişim diye düşündüm. Evet! Ben bildiğimi okuyan bir insanım ama körü körüne değil. Nasıl olduğunu bilemediğim, çözemediğim bir durum bu, adına her ne deniyorsa… Aklım o kadar hızlı çalışıyor ve analiz ediyor ki o sırada tüm olasılıklar akıyor, gidiyor, sonuca ulaşıyor. Yanılma yüzdesi gerçekten çok küçük olasılıklarda oluyor. Yazıya ara verip yazışmalarımızı aradım, bulamadım. Ona şöyle yazdığımı sanıyorum “Oğlum, insanız hepimiz hata yapabiliriz ama benim deneyimim fazla olduğu için öyle söylüyorumdur.”. Şimdi küçük oğlum deyince bir tuhaf oldum, oğlu seneye liseye başlayacak, kızı da ortaokula ama o hep benim küçük oğlum.
Geçenlerde torunum bulmaca çözüyormuş, bir kelimeyi bulamamış anne babasına sorarken duyunca kelimeyi söyledim, doğru çıkınca döndü gözlerini devirerek anne babasına bakıyor, şaşkınlıkla “doğru bildi” diye. Onların gözünden kendimi görmeye çalışıyorum… Onlar için babaanneyim, çook yaşlıyım ve bilgi düzeyim yerlerde sanırım. Kendince haklıdır da. Annesine “nostalji” için 90’lı yıllardan dem vuran da o. Ellili yıllar “antika çağı”. 😀
Babaannemi hep yaşlı olarak düşünüyorum, annemi de. Yazıyı bir kenara bırakıp hesap kitap işine daldım… Ben torunumun yaşındayken, babaannem benim olduğum yaştan üç fazlaymış. E! Çocuk haklı öyle görmekte. Arada bir fark var ama babaannem örtüsüyle, elbisesiyle, cebinde hemen ağladığında hazır mendili ve tespihiyle konuma uygundu. Bense havalı sarı saçlarım, altımda taytım, üzerinde uygun tuniğim, booolca takılarımla olsam olsam çılgın süperbabaanne konumuna uyarım. 😀 Büyük oğlum da bir aralar bana babaanne gibi giyinmemi önermişti yanılmıyorsam… Ona da giysilerim benim karakterim, gözlerim çok yakını görmediğinde, elimle göz yordamıyla da olsa gözlerime, yüzüme savaş boyalarımı sürerim demiştim. 😀
Konuyu çokça saptırdım. Belki de aralara bunların girmesi gerekti, beni biraz durulttu. Sonuçta her şey olacağına varıyor.
Genelde herkes kendinde olamayanı arıyor. O “umut” var ya kendileri hiç tükenmesin ama gerektiği kadarıyla var olsun. Hep derim, “hayal kurmak muhteşem bir şey, ayakların yerden kesilmediği sürece”.
Gördüğümüzdü, kodlarımızda yazılıydı, her ne ise hepimiz koşullandık ve kimimiz evlendi, kimimiz aradığı eşi bulamadı. Hoş, her evlenen de eşini buldu mu? İki apayrı aile, gelenek ve görenekte yaşamış kişileri bir araya getirip “eş” oldunuz diyorsunuz. Mantık hatası var başta. Aynı ailede yaşayan kardeşler bile farklı yapılardayken, bunu beklemek bir hayal.
Bugün yazmadan önce “Benimle Evlen” diye bir film izledim, Jennifer Lopez ve Oven Wilson oynuyor. Tabii mutlu son, kulakları ağıza getirdi… Onlar erdi muradına. Alınacak dersler de vardı arada ya da artık olması gerekenler de diyebiliriz… Gördük biz onları 😉
“Saygı, saygı, saygı”… Sevgiye, sınırlara, düşüncelere ve aklınıza gelebilecek her şeye. Erdem sahibi olmak biraz ağır kaçıyor ve çok çok zor varılacak bir olgu, elden geldiğince diyelim biz ona. Sevgi, olmazsa olmazı ama saygının bütünlemesiyle. “Hoşgörü”yü çok seviyorum, abartılıp, çıkarcılıkla bağlantılanmazsa. Sabır, yanı sıra baş köşede yerini alıyor. Değer vermek çok önemli, kendine ve karşındakine. Sınırları belirlemek, çok gereklerden. Alan bırakacaksın, kendine ve karşındakine… Sıralama değişik olabilir ama bunların bir araya gelmesi gerek ve eklenecekler de olabilir. Uygulanmalı ama uygulanırken es geçilen ya da tam anlamıyla yerini bulamayan olabilir mi? Oluyordur.
Eskiden Kadıköy’e gider ve insanları izlerdim. Davranış biçimleri öyle farklı farklı ki… Kimi el ele geçen çiftler olurdu, bir uyum içinde. Kimi erkek önde, kadın arkasında bir avaz yetişeceğim diye. Kimisi yan yana apayrı dünyalarda. Öylece bakar, hikâyeler geçerdi aklımdan. Bir başkası da bana bakıp, yalnızlık hikâyesi yazıyor olabilirdi.
Gençlikte ne denli farklı bakış açılarındaydık ama hep belli bir ölçü seviyesindeydi. Şimdilerde “zorbalama” diye söylerken olduğu kadar, uygulaması da sevimsiz ve sonuçları kötüye varan bir sözcük gibi “hoşlaşma” diye de bir sözcük var. Biz “gençliğe emanet” derken, kendimizi onlara ders verir bulmaktayız ki çok üzücü. Biz birbirimizi beğenir, hoşlanır, bunu belli etmekten de çekinirdik. “Yozlaşma” diye bir sözcük de yoktu sözlüğümüzde. Kuşkusuz bizler de büyüklerimize ters gelecek durumlar yaşatmışızdır ama sınırlarımız vardı. Özgürlüğün de bir sınırı olduğu gibi.
Bizler büyük ölçüde “adab-ı muaşeret” yani “görgü kuralları” dersini bizzat aile ve milli eğitimde alarak büyüdük. Elimizden geldiğince uygulamaya çalıştık. Gerçek anlamda “eğitim ve öğretim” aldık. İlkokulda beş yıl okuduğum öğretmenime minnettarım, nur içinde yatsın. Ortaokul ve lisede de öğretmenlerimiz içinde böyle çoğunlukla öğretmenlerim oldu. Onlarla hep kendim karşı karşıya geldim. Veli olarak annemi bir kez karne almaya götürdüm, çekiştire çekiştire… Kadıncağız iş, güç, beş çocuk ve yalnızca kırkiki yaşında. Biliyorum iftihara geçeceğim, belgeyi annem alsın da benimle övünsün. Ben de okulun kapısında bekliyorum, annem gelecek beni yere göğe koyamayacak. Annem bir geldi, bana kızmış, bağırıp söyleniyor. Dedim bir terslik var, herhalde notlarımı yanlış hesapladım. Meğer annem evde çamaşır yıkıyormuş, öyle bir tutturmuşum ki mecbur üstüne bir şeyler geçirip gelmiş. E! Adım okunup, sahneye çağırmışlar ve ödülümü verirken o yerin dibine girmiş, üstü başı nedeniyle. Benimki de olacak şey değil, oniki yaşında çocuğun bunu düşünmesi gerekirken, yaptığım tutturma işi işte.
Bir dahaki iftihar belgelerimi gidip kendim aldım ama hep de teşekkür ve iftihar belgesi aldım. 😀 Evin en görünen yerlerine asardım, çocukluk ya, görüp onlar da takdir edecek. Görmediler diye “bak ben iftihara geçtim” derdim, şöyle bir o tarafa doğru göz atar, bunun benim geleceğim için önemli olduğunu söylerlerdi. Teşekküre geçen bir arkadaşım vardı, “ben teşekküre geçtim diye annem babam şunu şunu alacak, sen iftihara geçiyorsun sana ne alacaklar” diye sorardı. Ne diyeyim diye düşünmekten, hiçbir şey söyleyemezdim. İçimden de “ailem benim geleceğim için diyor, neden bir şeyler alsınlar” der dururdum. Ortaokul ve lise yıllarımda hep ya teşekkür ya da iftihar belgesi aldım. İlkokulda aldığım belgelerle, üniversite diplomam, rölyef kursu belgesi, İsmek’ten aldığım hat, tezhip, minyatür, İngilizce, Osmanlıca, Arapça, takı kursu belgeleri bir kutunun içinde ara ara bakıyorum. Son olarak İBB’de katıldığım “İçsel Liderlik” belgesini de yanlarına koyacağım. Dört kursa daha katıldım İBB’de. Genel olarak Web tasarım ve benzerleri… Belgeleri alayım, kutuya eklerim. Yine benzer işler… Kendinlesin. Tekerlekler hep aynı yöne gidiyor. 😉
Böyle geri dönüşlerle sert gerçeklere varmak, nerede olduğunu sana hatırlatıyor. Kendimi seviyor ve değer veriyorum. Reiki’de öğretilerden biri de bu. İkinci derece reikiyim ve çok mutluyum bu nedenle. Farklı bir bakış açısı sundu bana. Alternatif tıp diyorlar… Kaptırmadığın sürece iyi ve başının çaresine bakıyorsun. Akılda tutulması gereken ilk şey sürekli mantığınla ölçüp biçmen ve yararlanacağın şeyleri ayırt edebilmen. Akıl ve mantık. Boşuna Freud’un “EGO VE ID” kitabını çiziktirip durmuyorum ben. EGO! “Egonun dışsal algılarla arasındaki ilişki son derece iyi.”. “İçsel algılar ruhsal aygıtın en çeşitli ve ayrıca kesinlikle en derin katmanlarından doğan süreçlerin duyumlarını verirler.”. Bir de bunun “Bilinçaltı” durumları var. Okuyacağız, algılayacağız, anlayacağız.
“Dört dörtlük”, yalnızca bir birim. İçinden çıkamayıp, kaybolduğumuz.
Eğer olduğumuz konumu kabullenmezsek, mutsuzluk uçurumu bizi içine alır. Kim demiş bilmiyorum, herkes farklı bir ülke söylüyor ama özünde müthiş etkili “Tanrım değiştirebileceğim şeyleri değiştirmek için cesaret, değiştiremeyeceğim şeyleri kabullenmek için sabır, aradaki farkı anlamam içinse akıl ver”. İşte hayatın özeti demişimdir.