… yaşıma beş gün kala
Kaç kez başına geçip, yazmaktan vazgeçmek… Bilemedim. Yine bir kaçıştaydım ki “otur ve yaz” komutu verdim kendime.
Şöyle derdim kendime ve hatta yazıma başlarken yazdığım da olmuştur “Tütsümü ve mumumu yaktım, filtre kahvem hazır, hafif müziğimi de açtım, yazmaya başlayabilirim”. Bugünse penceremden yarım Ay da eşlik ediyor ama kendimi zorla oturttum. Neler oluyor?
Evet! Yetmiş yaşıma beş günüm kaldı… Bunun etkisi asla olamaz hatta övünç kaynağım. Ne mutlu ki bu yaşlara gelebildim; tatlısıyla, tuzlusuyla. 🙂 Yaşlılığım, yaşlandığım, kırışıklıklarım hiç umurumda olmadı… Söyleyenin, şimdiki moda olan söylemiyle “ağzına kürekle vururum”. Bunlar değil…
Bunlar değil de aklımdan hızla geçen o akış yok mu? Öyle kapsamlı ki ve ket vurucu, işte onlara atabilirim suçu… Nedensiz de değil asla.
Çocuk büyütürken doğruları yapabiliyor olma çabalarına bir şey diyemem ve bununla ilgili yanılgılara düşmelere… Amaç doğrudur, hatalar yapılabilir ve kabul edilebilir ama kendi kendine büyümek çok farklı bir durumdur ki yıllar ve yıllar sonra ayrımına varılabilir… Düşünürsen! Baktın üzücü, ört üstünü gitsin, geriye dönüş yapma hep ileriyi düşün. Olur! Da olmayabiliyor her an için… Geliyor işte aklına ya da kimi davranışlarla tetikleniyor, aklına düşüveriyor. Yetmişime beş kaldı, unutmayalım ve ben çoook gerçekten çok kişisel eğitim, gelişim kitapları okudum, reikiler, meditasyonlar ve benzerleri… Hep kendi kendime.
Gel – git… Yaşanabiliyor. Duygusallığa, ayakta kalabilmek için yer yok.
Hep derim, rahmetli dayıcığım tam da zamanında “Bir Genç Kız Yetişiyor” kitabını getirmişti doğum günümde ve ben onu içerek okumuş, Katie annem olmuştu. Kalabalık, kız çocuğuna doygun bir ailede büyüyüp, son kız çocuğu olunca ve benim gibi düşünceleri hızlı, ileriyi gören bir kız çocuğu isen, çevrenle yetinmeyebiliyorsun düşünce anlamında, önde ve hızlı gidiyorsun. Belki de ablalarımın birinin eşi olan ağabeyim bunu görüp “İnsanlardan çok şey bekleme” yazmıştı, Hâtıra Defterimde onun için ayırdığım sayfaya. Bu iki olay, belki de daha farklılık yaratmıştı bende… Lise bire gidiyordum, onbeş yaşındaydım ve şu an çok net iki yaşanmışlığım da. Fil hâfızam benim.
Yalnızca fil hâfıza değil, bir olay ya da başka bir durum olabilecekken aklımın sonuna dek gidip, çözüp geri dönüşlerim… Çok az yanıltır. Yine yeni bir kişiyle tanışınca gelen iletiler, gözlerin anlatımı, duruşlar da öyle. Karşılıklı konuşmalarda anlatılan dil biçimi, vücut hareketleri ve yine gözler… Anlatır doğru ya da yalan ve yanlışı bana. Bu gibi durumlar da çoğu kişiden uzak tutar beni. Oysa insanız, hatalar bizim için ama doğruyu söylediğin sürece değerlisin. Bir bilebilsek! Gerçeklerle yaklaşabilsek, isteyen sevse ve istemeyen uzak dursa. İlkem bu oldu ve ben dokuz köyden kovulan oldum.
Yedisinde neyse, yetmişinde de o!
Bu sözcük beni yansıtır.
Sevmediğim insana hiç sevdiğimi söylemedim, doğruları söylemekten de hiç vazgeçmedim… Zaman biraz törpülese de ben, hep ben oldum.
Görüşlerde farklılık olabilir, böyle olunmaması gerektiği de söylenebilir… Uzak durmayı seçenler de olabilir ama bu durum beni hiç bağlamadı. Olduğum gibi görünmekten asla geri durmadım. Benim ya da karşıdakinin kaybı? Göreceli diye düşünen düşünsün.
Konudan konuya atlamak değil… Aklıma düştü.
“Sen çocukluğunu, gençliğini yaşamamışsın. Tamam evlenince de zor bir hayatın olmuş, çocuklarına adamışsın kendini ama şimdi bu yaşta her istediğini yapma arzusu nedir?”
Nedir? Nedir? Nedir?
Benim çocukluğumda kendime ait bir odam olmadı. Geceleri herkes uyuyunca mutfakta battaniyeye sarılıp ders çalışırdım. Yer yatağında da yattım. Yandaki yer yatağında da bir ablam yatardı, yorganlarımız ayrıydı. Kafasını kaç kez oynatıp, uygun bir durum bulurdu ve uyurdu. Onu izlerdim ki hareketleri bitsin, ben de kendimi yalnız ve sessiz bulayım. Yorganın altına sokardım başımı, kimse yok duyumsayayım… Ne mümkün? İki ablam ve babaannem divanda yatardı. Bir tanesinin divanı camın manzaralı tarafındaydı, hep orada yatabilmeyi hayal ederdim. Zordu! Çünkü o bir yere konuk olarak gitse, sıra benim büyüğümde olurdu. Bir gün demek ikisi de yoktu ve ben orada yatma şerefine erdim. Midem bulanıyor, ben hastayım ama yine de dışarıyı izlemek istiyorum. Kimseye de hastayım diyemiyorum, “ne yaptın da oldu?” diye kızacaklar. Yağmurlu bir gece, şimşekler çakıyor. Gecem ateş, hastalık, mide bulantısı, çakan şimşeklerle dolu geçti ve ben uyumadım, orada yatmanın verdiği sevinç hepsinin üstündeydi.
Tatlısıyla, tuzlusuyla anılar… 🙂
Evlenince de senin bir odan olmuyor… Her yer paylaşıma açık.
Çocuklarım olunca mutlaka kendilerine ait odaları, yatakları, çalışma masaları olacak diye söz vermiştim kendime. Benim yaşayamadığımı onlar yaşamalı, istiyorlarsa arkadaşlarını da odalarında ağırlamalıydılar ve çok şükür elden geldiğince bunu sağlamaya çabaladım. Tabii yine kendime ait bir yerim olmadı.
Ben yalnızlığıma düşkün, dilediğimce müzik dinleyebilecek, kitaplarımı okuyabilecek, hobilerimi yapabilecek bir ortamım olmasını yeğleyen biriymişim… Sonunda bunu başarabildim. Atriel fibrilâsyon için dört kez yaşadığım dondurma ve yakma işlemlerinden sonra… Altmışiki yaşıma geldiğimde. Son işlemde “herhangi bir ters durumda ötanazi hakkımı kullanmak istiyorum, asla o durumda yaşamama izin vermeyin” diye doktorlara vasiyet ettikten sonra. Sonrasında başarısız olan işlemler ve kronik olarak yaşamayı sürdürmem gerekliliği…
“Sen çocukluğunu, gençliğini yaşamamışsın. Tamam evlenince de zor bir hayatın olmuş, çocuklarına adamışsın kendini ama şimdi bu yaşta her istediğini yapma arzusu nedir?”
Nedir? Nedir? Nedir?
Olan da kendime ait bir oda, mumlarım, tütsülerim ve o tür isteklerim, hobilerim için gerekenler, artık zorlandığım için işlerimi kolaylaştırabilecek elektronikler, üst baş gibi şeyler… Kimseden bir beklentim olmadan, kendimin karşıladığı üstelik.
Anneannem “Ölem de nerelere gidem” derdi. Niçin ve neden söylediğini hiç bilmiyorum ve o zaman da hiç ilgilenmemiştim ( Keşke sorsaydım 🙁 ). Acaba nedendi? Birden aklıma geliverdi… Nedensiz mi?
Aslında insanlar kendi yaşadığını bilir… Kimse kimsenin ne düşündüğünü, neler yaşadığını asla bilemez ama kendimize göre çok bilmiş varsayımlarımız vardır her zaman. Hele iki kişi bir araya gelince neler üretilir neler? Sonrasında büyür ve gelişir o üretilenler… Sonunda saçmasapan yerlere varır. Varır da bir geri dönüp yaptıklarına bakmaz kimse. Yapacağını yapmıştır, ne gerek vardır? Çal karayı, vur abayı. Bunu da ben şimdi uydurdum… Vardıysa da öyle olsun.
Ah benim karamsar gerçekçiliğim… Duygusallığa giremeyişlerim. Mantık diye fışkıran benliğim.
Kuşkusuz çok zor koşullarda yaşayanlar vardır, tüm bunları şükredilmesi gerekenler olarak görenler de. Ben de hep şükretmeyi ve yetinmeyi bilmişimdir ancak burası benim sayfam ve ben dilediğimce dile getirebilirim. Ters geliyorsa okumama özgürlüğü de kişilerin elinde, kapatıp giderler. Ben anılarımı dile getiriyorum ve kendimce yaşadıklarımı.
Spotify da “Haftalık Keşif” diye bana özel bir bölüm hazırlıyor her hafta. Ah! Bu yapay zekâ… Dinlediklerimden yola çıkıp ona yakın, benzer şarkılar seçiyor ve beni dibe vurdurdu. Attıramadı üstümden şu durumları. Duygusallığa giremeyişlerim deyip de içinden çıkamayışlarım.
Hep “Kol kırılır, yen içinde kalır” diye bellettiler… Yen içinden çıkışlarla buradayım. Zaten hep aykırı oluşlarımla gündem oldum. Öğretemediler bana yüze gülüp, arkadan konuşmayı. “O öyledir ama işte şöyle sorunları var, idare edeceğiz.”. Sonra git aynısını ona söyle. Başkalarını da öyle idare et. Nesin? Aman sen çok iyi idare edicisin. Sahte! Bence.
Törpülendim deyişim de bundan ibaret. 😉 Benden olmuyor.
Yetmişe beş kala ben aynı ben.
Ya göründüğün gibi ol, ya olduğun gibi görün.
Sevgili “Ay”. Bugün tam da yarım elma görünümündesin. Beni sen mi tetikledin? Yetmişe beş kala oluşum mu? Yoksa ben zaten benim, o mu? Yoksa kırılan kolların yen içinde kalmayışları mı? Dünyaya açıverdim. Burada kalsın, dile getiremediklerim…
Sağlıcakla.