Geçmişten geleceğe… Öykümsü…
Neden geçmişten geleceğe “öykümsü”? Tam anlamıyla bir “öykü” olmadığını düşündüğüm için “öykümsü” deyip geçtim. Öyle eyleyelim. 😉
Belgesel izlemeyi sever miniz? Ben çok sever ve izlerim.Farklı farklı konular olsa da insan çeşitliliğinin yaşadıkları hayatları, kolaylıkları, güçlükleri, ortam koşulları ve nasıl başa çıkabileceklerini izlemek, beni oralara götürür, yüzlerinden ve davranışlarından hoşnut olup olmadıklarını anlamaya çalışırım.
Bugün üç farklı yaşam izledim ve aklımda sürdürdüm tabii. Bir tanesi beni geçmişe götürdü… Kırgız bir karı koca, bir oğulları var, bir tanesi yolda, iki aylık gebe karısı. Adam yaylada yaşamını sürdürüyor, kışın zor koşulları karısını bezdirmiş, bir köye olsun yerleşmek istiyor. Adamsa atalarını bilmediği için kendini mahcup hissederek, kimsenin yüzüne bakacak durumunun olmadığını öne sürüyor, gitmek istemiyor. Atalarından bir tek dedesini demişler ona, Rus savaşında Kırgızistan’dan Özbekistan’a sürülmüş ve ölmüş. Atalarıyla ilgili başka bir şey bilmiyor ve sürekli araştırıyor ki başı öne eğik kalmasın.
Onu uğraşısıyla baş başa bırakıyorum ve kendime dönüyorum… Pişmanlığım yerli yerinde, keşke babaannemin anlattıklarını sonuna kadar dinleseydim, kulak kesilseydim ve hatta notlar alsaydım. Kimsenin bana atalarını bilmiyor demesinden değil asla çünkü hepsi ortada, hoş olmasa da bunu sorun etmezdim. Üzüntüm onları daha yakından tanıyor olabilmek yalnızca. Ne gibi koşullarda yaşadıkları, nasıl başa çıkabildikleri ve ille de duygulanımları.
Ne tütsü, ne mum, ne müzik, ne yazma koşulları… Öylesine oturdum ve içimi dökmek istedim. Çoğu çocuklar bunlarla ilgilenmez ve anlatmaya kalksan “Off! Yine mi?” diyebilirler, tıpkı benim o zamanlar yaptığım gibi. Varsın olsun! Belki birilerinden biri okur ve şu anki hissettiklerimi bir nebze anlayabilir.
Atalardan bahsedilince anneannem tarafından Girit’e uzanan bir öykü var, detay da kısıtlı zaten. Gelelim babaanneme… Hayatımda etkin, etkili, örnek ve bir dolu diyebileceğim şeylerin içinde olan kişi.
Annem çocuk gelin, ötesi yok. Ortaokul üçüncü sınıfa geçmişken evlendirilmiş… Sokakta oynarken, çağırıp “seni verdik” demişler. Annemi Rita Hayworth’a benzetirdim… Yeşil gözleri, hafif dalgalı koyu kumral saçlarıyla. Orta boylu ve düzgün bir fiziğe sahipti. Otuzaltı yaşındayken ve dört çocuk sahibiyken (sonradan hesapladım) bir görüntüsü var gözlerimin önünde, nasıl bir hârika görüntüdür o. Ben öyle kolay kolay hayran olan bir tip değilimdir, eleştirici ve analizciyimdir ve de annem diye değil… Çok güzeldi. Çok çocuk tabiii ve ille de erkek olacak diye mi bilemem ben ilkokul üçe giderken bir erkek kardeşim oldu, ben ailenin yıkımı dördüncü kız çocuğuydum. Bunu hiç bilemedim, hissedemedim, taa ki komşu teyzelerin kardeşim doğunca yüzüme söylemesine dek “Pabucun dama atıldı”. Oğlan olursa yandın, pabucun dama atılacak dedikleri için, kardeşimin doğacağı sabah okula giderken en güzel ayakkabılarımı saklayıp, dama atmalarına karşın önlem almıştım.
Babaannem de çok güzeldi… Beyaz bir ten ve benim bildiğim zamanlardan itibaren saçına yaktığı kınayla, uzun kızıl saçlı bir kadın. O zamanlar Christine Keeler diye bir manken var, adı da gündemde… Kadıncağız ne bilsin, o yabancı adı taktım diye kızıyordu diye, O’na onun adıyla takılırdım. Bembeyaz bir teni vardı ve ortadan biraz uzundu. Gözleri ise yeşil mavi bir deniz düşünün ve içine kehribar rengi hâreler koyun… Bir hâre köşeli ve içinde kehribarın tüm tonlarını saklardı. Çok net biliyorum çünkü gözlerine bakabilmek için izin alır, karşısına oturur izlerdim. Her zaman değil tabii ara ara ve babaannem beni hiç kırmadı, “git başımdan” demedi. Tam tersi o da ben onun gözlerinde kaybolurken, anılarını anlatmaya başlardı. İşte dikkatle dinlemediğim o anılardan, bölük pörçük aklımda bir şeyler kalmış. Çünkü ben o gözlere bakarken hayâller kurar, bir yerlere gider gelirdim. Taa o zamanlardan ne olacağım belliymiş, farklı olduğumu kabul ediyor ve kendimi bu hâlimle çok seviyorum.
Bunları eski yazılarımda anlatmışımdır, yeri geldi üstünden geçelim. Babaannem yirmialtı yaşında dul kalmış, İzzet dedem İstiklâl Savaşı’nda şehit olunca. İzzet dedemi hiç tanımıyor olsam da çocuklarının büyümesini, sonrasında torunlarını da göremediği ve onu tanıyamamış olmanın burukluğunu hep yaşadım, sıklıkla aklıma getirdim. Bir fotoğrafı bile yok… Yeryüzündeki izleri bizler ve çocuklarımız olarak sürüyor. Hepsinin yeri cennet olsun… Huzur içinde olsunlar.
Babama beş yaşındayken “Baban artık yok.” demişler. Babaannemin iki oğlu var o zamanlar, biri de babamın küçüğü… Amcama ne deseler anlayamayacak yaşta. Canım babaannem iki çocuğunu okutmuş, babam Polis Koleji’ni bitirmiş ve amcam da Orman Mühendisi olmuş. Nasıl takdire şâyan. Koşullarını, çektiklerini, yaşadıklarını yalnızca kendi bilmiştir… Kime anlatacak? Kocaman bahçeli evi bir katlıydı. Orada babamı evlendirinceye kadar oturup, annem küçük olduğu için “evliliğe uyum sağlasın diye yardım etmek” amacıyla yanlarına gidip “temelli kalmaya” vardırmış sonunu. Amcam sanırım okulu şehir dışında olduğu için dışarılarda ve uzak olmuş hep. Kafa yapısı itibarıyla da babamdan farklıydı, dışa dönüktü.
Babam bir gün bizi karşısına aldı “Bu evin geçimini ben sağlıyor olabilirim ama reis babaannenizdir.” dedi. Sanırım bu söylev ablalarım büyüyüp babaanneme isyan çıkardıklarında oldu. Çok koruyucu, mutaassıp bir yapı olunca “nefes almayı” istemeleri çok doğal. Ablalarımın bana “En büyük sıkıntıyı biz çektik” demeleri bundan olsa gerekti. Kaldı ki kendime göre ben de yaşadım türlü zorluklar, hem de kendi başıma karşı çıkmak zorundaydım. Ablalarımın yaşları birbirine yakındı, benimle fark açılmıştı. Bir de ben “idare etmek, numara yapmak” gibi hassaslıkları hiç bilemez, direkt doğruyu söylerdim ki bu yaşıma geldim, o konuda hiç değişmedim… Becerim yok, yapamıyorum. İşte o zaman onların “fıs fıs konuştuğu konular”a girme şansım hiç olmadı. Ortalığa dimdirekt 😀 atladım, bir başıma kendimi savundum hep.
Babaannem de İzzet dedem de aynı şehirden ve dedemin babası müftü… Bunu biliyorum. Soy kütüğüne gelince orada tıkanıyor, dedem ve altı kardeşi İstiklâl Savaşı’nda şehit olmuşlar ve mezarları nerede bilinmiyor. Dedemin en küçük kardeşi onyedi yaşındaymış, babaannem dedemin annesinin en son oğlu olan o çocuğunun, gitmek için trene bindiğinde çok ağladığını anlatmıştı… Düşünmesi bile üzücü. 🙁
En küçük olduğum için belki de rahat durmuyordum, çok soru sorardım… Nedense artık, beni hep babaannemle bırakırlar, anne ve babam ablalarımı alıp gezmeye giderlerdi. Bu nedenle babaannemle çok zaman geçirdim, öğütlerini çok dinledim ve biz huy olarak çok benzedik. Sevmediğini sevmez, rol yapmaz, belli ederdi. Annemin “aynı babaannensin” sözünü oraya mı çeksem bilemedim ve de sevgi (!) belirtisi olup olmadığını da?
Babaannemin “ahretlik”leri vardı. Camiye gittiğinde tanıştığı sokağımızda oturan biri, karşı evde yaşayan daha sonra tanıştığı biri ve bir de memleketlisi. Camiye gittiğinde tanıştığına “haminne” derdik. Sabahın köründe gelir, bir köşeye siner, çay içer ve çay içer, sonunda öğle ezan saatinde giderdi. Ablam ortalığı toplayacak ama o engel olduğu için söylenirdi. Tabii gelininin kocası gittiği an kapı dışına koyduğunu sonra öğrendik. Akşama dek o cami senin, bu cami benim dolanırmış. Üstü de kokardı… Belki de yıkanma izni yoktu? Ev içi yaşantılarını bilemiyoruz tabii. O zaman babaannemin bunu aklında hiç evirip çevirdiği olmuş mudur? Kendi yaşantısıyla karşılaştırdığı… Birden aklıma geliverdi. Gerçi kim ne derse desin, haminne istediği saate kadar bizde otururdu, ona asla karışılmazdı. Kimbilir içinde düşündüğü nelerdi ve babaannem bu ayrıcalığı ona tanımıştı. Ya taşındılar ya da vefat etti… Bize gelmeyinceye kadar haminne geldi ve çayını içti.
Babaannemle yakınlığımız ve beraberliğimiz, en çok geçinemeyen ben olduğum halde hep sürdü. Babaannem bir gün bana “Kızım sen üniversite bitirdin, çalıştın, şimdi evde oturup çocuk bakmana çok üzülüyorum. Eski hâlim olsa ben çocuklarına bakar, seni işe gönderirdim.” dedi. Şu an bile gözlerim dolar, minnet duyarım, beni anladığı için. Çalışamamak içimde bir sızıdır çünkü. Son ânına kadar yanında oldum, elini tuttum, dualarımı ettim… Yanımdayken yol aldı yeniden doğuşa… Rahmet olsun ona. Allah bağışlasın, onun gibi iki oğlum olduğu için sonralarda onu çok daha iyi anlar oldum. Hiç sormadım “neler hissediyorsun?” diye. Yine de yaptığım onca başkaldırıya kızsa da beni affederdi… Bu konuda zaafımı vardı bana diye, aklımdan geçmiyor değil. Babamla da yakındık, her türlü otorite ve baskısına karşın. Bir tek ben mi duruyordum karşısında, her yaptırımına karşın bilemedim. Ablamların “en büyük sıkıntıları çekmeleri” sonunda bana kalan bunun daha yumuşamış hâli miydi?
Babam bana danışırdı, ilginç olan bu. Anlatır ve fikrimi sorardı ki bu daha sonraları. Sirkeci’deki adıyla namlı 2. Şube’ye de hep beni götürürdü. Maskot gibi, sorar soruşturur, görev ve masa tanımazdım. Üniversite ikinci sınıfa giderken bana bir soru sorup, görüşümü öğrenmek istedi… Tabii evirip çevirmeden, direkt fikrimi söyledim. Hiç unutmuyorum, antrede mutfak girişinde ayakta duruyorduk… Ânîden soracak, hazırlıksız olacağım, hemen aklımdakini söyleyeceğim ve o sınamış olacak… Bunları sonradan düşündüm. Ben hemen yanıtlayınca durdu, uzun uzun yüzüme baktı ve “Kızım sen son derece ileri görüşlüsün.” dedi. O an duraksamıştım ama aklıma da yazmıştım… “İleri görüşlü ne demek, araştır” diye. Babam bana ne demek istemişti ve anlamını neye vardırmalıydım?
Sonraları ablamlarla konuşurken, hiçbirinin benimle babamın yakınlığını yaşamadıklarını öğrendim. Belki de babam çok genç baba olduğu için “çocuk” kavramını benimle yaşamıştı. Bunlar hep varsayımlarım kuşkusuz.
Lise bire falan gidiyorum. O zaman da süs, moda ne varsa okuyup takipteyim. Röfle olayını şu an çok severim… Hiç bakım gerektirmez, hele saçınızı da biçimli kestirdiyseniz, taramasanız bile bakımlı olursunuz. Hiç uzun uzadıya ayna karşısında zaman geçiremem… Öyle! Neyse o zaman ben bu açık renge takılmışım, hoşuma gidiyor, bitti… İlle de bir çözümünü bulacağım. Ben artık papatya suyu mu, oksijen mi unutmuşum, saçımı onunla tarıyorum ama önündeki bir perçemi. Zaten açık kumral olan saçlarım, hafiften dönüştü ve ben bayılıyorum o hâline. Babam da nasıl oluyorsa evden çıkış saatini ayarlıyor mu ne, her gün Üsküdar İskelesi’ne kadar bana eşlik ediyor ve o vapura ben tramvay ya da otobüse biniyorum, orada ayrılıyoruz. Bu arada sürekli bana bir takım sorular soruyor ki bir tanesi “saçına ne yaptın?” oldu. Ben yalnızca “taradım” diye geçiştirdim. Bana “Çok güzel olduğumu, bu nedenle kendime farklı bir şey yapmamam gerektiğini.” söyledi. İçimden geçen “Ucuz yırttım.” sözüydü. Bir daha saçımla uğraşmamıştım.
Çok sert, çok otoriter, Sirkeci 2. Şube çalışanı sivil bir polis olan babamdan çok korktuğumu söylemeliyim ama bunu yapacaklarıma bir engel olarak görmeyip bildiğimi okumanın ne anlama geldiğini şimdi düşünüyorum… Gözü karaymışım gerçekten. Belki de ablalarımın “biz çektik”lerine borçluyum. Ya da onlar pasif davranmışlar… Üç kişiydiler, birlik olsalar, anlatmaya çalışsalar farklı olabilir miydi? Neyse ben ailenin “kara kedi”si olmayı hiç bırakmadım… Hatta “hayat”ın. Sevmeyin kardeşim… Ben mutluyum ve ben buyum!
Anneanne tarafından Girit Türkleri ile yakınlığımız var. Büyük büyük annemiz Girit Müftüsü’nün kızı. Büyük büyük dedemiz yine müftü ve görevle gidince güzelliğine aşık oluyor ve babasından istiyor. E! Karşısında Türkiye, İzmir’den giden bir müftü var… Babası da veriyor ve İzmir’e gelin geliyor, anneannem İzmir doğumlu. Uzun boylu ve esmerdi anneannem. Savaş sırasında mâlikâneleri hasar görünce Anadolu içine geliyorlar ve anneannem burada yine babamın memleketinde evleniyor. Annemin babası çok yakışıklı bir adamdı. Yazısı çok güzel, zevkli biriydi. Kendinin bizzat yaptırdığı iki katlı ahşap evi hâlâ hayranlıkla anımsıyorum. Çok güzel günlerim geçti orada. İstanbul’dan gezmeye giderdik, bu kez annem çok küçük olduğumdan ve ablamların bana bakamayacaklarından yanına almak durumunda kalırdı. Dedem bizi faytonla tren istasyonundan alırdı. Anneannem bahçede masayı hazırlamış, bizi bekliyor olurdu. Bahçe ikiye ayrılmış, ortada yürüme yolu ve bir tarafına güller öteki tarafına yıldız çiçekleri dikili, onlar açmışlar… Hârika bir duygu. O nedenle çiftçilik iyi bir şey tamam ama yazlık evlerde haydi arka tarafa ne ekerseniz ekin, benim gördüğüm tarafa yalnızca çim ve güller… Asla başkasına izin vermedim.
Anneannemle biriktirdiğim fazla bir şey yok sanki, yalnızca çok titiz ve temiz olduğu var aklımda… Bir de İstanbul’a gelince harçlık verdiği. Yine bir geldiğinde harçlık vermişti, ilkokula ya gitmiyorum ya da yeni başlamışım… Gülfem Yokuşu’ndaki doğduğum evdeyiz o zamanlar. Kırmızı taşlı kare bir döşeme üzerindeyim, altı kuyuydu. Şu an bir anı geldi gözümün önüne “Ben anneannem harçlık verdiği için onu seviyorum, babaannem harçlık vermiyor onu daha az mı seviyorum, ona haksızlık olmaz mı ama o da bayramlarda ayakkabı falan alıyor… Ne yapmalıyım?” Ciddi ciddi oturup kafa yormuştum. Çözüme ulaşmadı sanırım ki tam netliğiyle o ânımı gördüm. 😀
Altı yedi yaşındasın; birini o an sev, birini öteki an, geç git. Olur mu? İlle de hak geçirmeyeceğim… Tuhaf olmadığımı kim söyledi? Canım Küçük Fatoş’um. Seni seviyorum.
Dedem Yemen Savaşı’na gitmiş. Oturup anlatırdı ve ben dinler modunda öylece dururdum. Ortada kalmışlar, kaçmışlar ve çok açlık çekmişler. Dedem kösele ayakkabısını kemirerek hayatta kalmaya çalıştığını anlatmıştı. Onun yaşadıklarının gerçeği ve benim kulak ucuyla dinlediğimi bilmek beni üzüyor şu an. Yazısının çok güzel olduğunu söylemiştim, şehrin önemli bir lisesinde kâtiplik yapardı. Sonra cami imamlığı yaptı, vaaz verdi. Şu an Osmanlıca yazdığı o vaaz defteri bende… Annem Osmanlıca bildiğim için bana verdi.
Dedem hacı, dayım tiyatro sanatçısı… Bu nasıl bir hoş görüdür? Dedem öyleydi. Onunla oturup konuşurduk, en çok Fatma, Fatoş çekişmesi yaşardık. Fatma diye seslenirdi bana ve ben ısrarla “Fatoş” demesi için zorlardım. Sonunda kıs kıs güler ve “Tamam Fatoş” derdi. Soy ağacına bakınca adımı koyan babaannemden, dedeme kadar hepsinin anne adının “Fatma” olduğunu görüyorum. Belki o hoş görülerinin bağlayıcılığı bu nedenledir…
Amcam Erzincan’da görevliyken orada vefat etti, yaşı da bir hayli gençti. Geçenlerde oğluna sordum, mezarı kaybolmuş, bulamamış. Tabii çeşitli nedenlerle gidip bakamayınca, sahipsiz kalmış. O oralarda kaldı. Uzaktan okuyup, dualarımızı gönderiyoruz. Annem Ankara’da, babamla babaannem bana yakınlar. Anneannem ve dedem de yanlarına küçük kızlarını ve onun eşini aldılar, birlikteler İstanbul’da. Dayımın biri İstanbul’da biri Ankara’da. Bitti işte benim soy. Tabii bilindik en yakınlarım onlar.
Biz ne olacağız? Bazen ki sıklıkla diyelim biz ona, mezarlıklara gidince tüm yatanlara “Siz yerinize yerleştiniz, yerleriniz belirli.” derken buluyorum kendimi. “Hayatın da ölümün de hayırlısı” cümlesi kafada yerini buluyor, zamanla.
Ben gözümü İstanbul, Üsküdar’da açtım Dünya’ya… Köyüm orası. Arada gittiğim yine şehir merkezi, dedemin eviydi. Anneannem mâlikânede doğmuş, hizmetkârları varmış. Babaannem yine şehir merkezinde doğmuş, büyümüş. Gelelim piknik yaparken bile masa, sandalye aramama, yere oturamayışıma, çadırda tatil yapamayışıma… Bana evde takılan, “kontes” diyen biri var, sözüm ona! 😉
Şöyle diyeyim, burası benim sayfam ve dur diyecek biri de yok… Kendimce takılıyor, yazıyorum. Burada dursun, gün gelir belki de neler yazmış diye bir okuyan yakınım çıkar. En azından benim biliyor olduklarım, yaşantımdan kesitlere tanık olur.
Kalın sağlıcakla, sevgiyle, hoşça.
2 Comments
Harika bir yazı,yazılarını çok geç olmadan bir kitapta toplamalısın.
Teşekkür ederim hem okuduğun, hem beğendiğin ve hem de böyle güzel bir yorum yaptığın için. Okumak yeni ufuklar açmasına karşın, gittikçe uzaklaşılan bir eylem oldu. Dilerim buradan olsun okurlar.