Günümü mutlu kıldın cici kız…
Nasıl gereksinimimiz var, ucundan da olsa hoş bir durumla karşılaşmaya, yaşamaya bu aralar…
Kimi kez yazacağım diyorum, o an bir iş çıkıyor, unutuyorum ya da yazma modunu kaçırdığım için vazgeçiyorum. Kimi kez oturup yazıyorum, sürekli bir analiz ve ders verir durumda buluyorum kendimi. Kimi kez öyle dozunu kaçırıyorum ki karamsarlığımın ve zaten karardığını düşündüğüm içlere bir de ben musallat olmayayım diyorum, kalıyor. Gerçekten böyle yazıp da masa üstünde bekleyenlerim var.
Geçenlerde yaşadığım kendime çok güzel geçen günümü anlatayım diye, o günün gecesinden beridir niyetliyim… Çeşitli oyalayacaklar girdi yine yazıyla aramıza. Bu gece de hep aklımdaydı ve benim günümün başlama saatine dek (00:02 diyor ekranın sol üstü) yine uğraşlarımla geçiriyordum ki “yazacağım” dedim.
Hava sıcak ve bir deniz kenarı özlemi içindeyimdir böyle günlerde. Gittiğimiz de genelde belli yerler… Artık yaşlılık mı yoksa araba kendini mi götürüyor ya da alışkanlıklardan vazgeçememe mi bilemiyorum?
Bir şeyler yediğimiz yer de neredeyse aynı. Çocuklar eski bildiklerden, biz yine ha evdeyiz ha orada durumlarında. Dedim denizin en yamacına gideceğim, yüz yüze bakışacağız. Gittik, banka oturduk ve çok güzel esiyor, o sıcakta dahi. Kuşlara ekmek atıyorlar, bir de su dolu leğen var. Ekmek parçalarından nasiplenenler, o leğene girip yıkanıyor ya da kenarına konup suyunu içiyor. Arada kargalar, güvercinlere musallat oluyor, kimin gücü kimi yeterse bir cümbüş.
“Doğancılar Parkı’nda” diye bir yazım vardı, silinip gidenlerden. Orada yaşlıların, benim kısa süreli oturuşuma karşın, sırtlarını güneşe verip kemiklerini ısıttığını düşündüğüme değinmiştim. Hatta bir yaşlı bey yanıma oturup “evinin bodrum katında olduğunu, güneş görmediğini, bankta oturup her gün güneşten yararlandığını” anlatarak, düşüncelerimi âdeta teyit etmişti. Aradan yıllar geçti, biz de bank üstünde gevreyenler sınıfına girdik. Rahatlıkmış, hoşmuş, zaman geçiriliyormuş.
Bank üzerinde oturup kuşlarla eğlenirken önümüzden iki minik kız geçti. Çok hoşuma gittiler, kardeş sandım. Bir tanesi sürekli ötekinin elini tutup yürümek, onunla yakınlaşmak istiyor, öteki elini çekiyor, gitmek istemiyor falan. Ben onlara dalmış bakıyor, hareketlerini izliyorum ve kardeş değiller, arkadaşlık kurma çabasındalar diye geçiriyorum içimden.
Dikkat edince elini tutturmak ve gitmek istemeyen kızın sürekli bana baktığını gördüm. Karşımdaki görünüm öyle güzel ki dayanamayıp “Ne güzel kızlarsınız siz, prensesler.” dedim. Beni süzen kız karşımda gözlerini kırpıştırıyor, kafasını bir o yana bir bu yana eğiyor, gözlerini gözlerimden ayıramıyor. Minik kız durdu durdu, kollarını açıp bildiğiniz kucağıma atladı ve nasıl bir sarılış sarıldı bana… Şaşkınlıkla mutluluk arası bir duyguyla, ben de ona sarıldım ama anne, babası varsa bu duruma ne derler diye tedirgin de oldum açıkçası.
Düşünün nasıl bir dünyaya doğru gittiğimizi, çocuğa sarılınca ne derler kuşkusu dahi yaşanıyor.
Hem minik kız karşılık vermezsem üzülecek diye düşünüyorum, bir taraftan da yakınları var mı diye bakınıyorum. Neyse ileriden ben yaşlarda bir kadın geldi, anneannesiymiş ve kontroldeymiş çocuk zaten. O da çocuk üstüme atlayınca, benim vereceğim tepkiden çekinmiş, kuşkulanmamış. Demek eli yüzü düzgün insanlar diye düşünmüş ama bu devirde ne eli yüzü düzgün görünenlerin altından neler çıktığı da ortada. Her daim tetikte olup yaşamak zorundayız ne yazık ki.
Minik kız anneannesine hiç yüz vermedi, bana sarıldı oturuyoruz. Adını sordum “Piraye” dedi. Ayy! Ben ismini de çok beğendim. İçimden kuşkusuz anlamını bilen, okumuş ve yaşatmak istemiş bir ebeveyni var diye geçiriyorum. Saçları bal rengi, gözleri de… Uyumlanmış gibi doğmuş ve teni bembeyaz bir güzellik. Ben insanlara çok yaklaşmadığım gibi çocuklara da pek yaklaşmam ama bu kıza sarılasım var ve sarılıyorum… Biz birbirimize çekildik!
Giysilerime bakıyor, takılarımı okşuyor, ellerimi tutuyor, sarılıyor sürekli. Bileğimdeki opal tamburlanmış küçük taşları okşadı ve “Bunlar çok güzel, şeker gibi, yenir mi?” diye sordu. “Yenmez, onlar doğal taş.” dedim. Sonra boynumdaki lapis lazuli taşlara dikkatini çektim “Bak bunlar da doğaltaş, onun gibi” dedim. Bu kez miyuki kolyeme takıldı, onu okşuyor… “Bunları ben yapıyorum, dahası da var.” diyerek Instagram’da sergilediğim hesabımı açtık, bakıyoruz. Piraye üçbuçuk yaşında, kreşe gidiyormuş… Ürünleri gördükçe “Bu üçgen, bu kare, bu daire” diye fikrini belirtiyor ve her bir üründe “ooOoo” diye tepki veriyor, hızlı geçersem geri aldırıyor… Tepkisini veren o nidayı çıkarmadan geçirmiyor… Tam bir zamane bitirimi.
Sonra biz oje faslına geçtik… Ojeleri parlak pembemsi mor. “Bunlar mor, bak ayakkabılarım pembe, elbisemin üzerinde bu renklerden var.” Dedi. Renklerin tümünü tanıyoru bırak, elbisesiyle uyumu yakaladığını anlatıyor bana. Durmuş, süzmüş “tam bana göre süslü biri” diyerek, kucağıma atlamış. 😀
Anneannesi beni rahatsız ettiğini düşünerek üzüntülerde, çağırıyor da kimin umurunda. Biz epeyce konuştuk Piraye’yle… Yaptıklarından, günü nasıl geçirdiğinden anlattı. Tablet kısa süreli veriliyormuş ve televizyonu da kısa süreli izleyebiliyormuş, resim çiziyormuş. Anneannesi “Annesi sosyal yaşamın içinde olsun diye istediği için” dışarıya çıkıp, geziyorlarmış. Piraye’nin annesini sormadım ama anneannesi onun İlber Ortaylı’yla röportajlar yaptığını anlatıyordu, bir ara.
Aaaa! Önemli bir şeyi atladım. Şimdi Piraye’nin yanında olmak isteyen, onun elinden tutup çekiştiren küçük kız vardı ya, ben kendini yalnız duyumsamasın diye onu da çağırıp, diyalog kurmak istedim. Somurttu ve omuzlarını silkti, uzaklaştı. Birkaç kez Piraye’yi yanımdan kaldırmak için kolunu çekti ama başaramadı. Ben de “Haydi git arkadaşınla gez” dememe karşın kaldıramadım. Sonra bir baktım sol tarafıma biri yumruk attı, döndüm bu kız öç alıyor, vuruyor bana ve gözlerinde evet o küçücük kızın gözlerinde nefreti gördüm. Ne kadar tuhaf. Oysa o da yanımıza gelip oturabilir, konuşmalarımıza katılabilirdi… Üstelik bize katmak için çaba göstermeme karşın gelmedi ve o hareketleri yaptı.
Yazılarım analiz ve ders üzerine kayıyor hep. Bu durumu burada kesiyorum ama “insan yedisinde neyse, yetmişinde odur” deyişini buraya bırakıyorum. İnanın üçbuçuk, beş gibi küçük yaşlarda da olunsa, karakter çiziliyor. “İnsanlar değişmez ancak kendilerini geliştirebilirler.”… Bu da burada dursun. Yarım yüzyıl üstüne bir de yirmi kattıysan bunu diyebilirsin. Ben çocukluğumu çok net hatırlayabilen biriyim… Üç yaşımı bile ve o zamanki arkadaşlarımın davranışlarını da… Bugün de onların ben yaşlara gelmiş hallerini, davranışlarını görebiliyorum. Net!!!
Piraye’yle uzunca bir süre oturup, söyleştik ve artık kalkacağımızı söyledik, “Gitmeyin!” dedi. Baktı gerçekten gideceğiz koluma sarıldı ve “Beni de yanınızda götürür müsünüz?” diye gözlerimin içine bakıyor. Oturdum ve “Biz sıklıkla buraya geliyoruz, seninle karşılaşacağımızı düşünüyorum. Senden bir şey rica edeceğim, evde bir masal okusunlar sana ve bir daha geldiğimde sen o masalı bana anlat ve onunla ilgili konuşalım.” dedim. Zorla razı oldu.
Kalkınca baktım, öteki minik kız bana delici bakışlar atıyor. Anneannesi o kızla oynaması için ısrarcı ve Piraye reddediyor, sessizce anneannesinin yanına oturup beni izliyor.
Şu an bal rengi saçları ve göz renkleriyle yanımda oturuyor sanki… Biz birbirimizi çok sevdik ve ben bunu hemen, herkese diyebilecek tipte bir kişilikte değilim. Kucağıma içtenlikle atladığı an içim ısındı o miniğe. Günüme mutluluk kattı. İçtenlikle karşılaşmayı, masalı bana anlatmasını diliyor, seçiyorum.
Günümü mutlu kıldın cici kız.
Sevgiyle kalın.