Şeker Bayramımız kutlu olsun. Kurban Bayramımız kutlu olsun.
Bu bir Şeker Bayram’ı yazısı olacaktı, günü geçti, uzadı, adı değişecek ama olsun, yine de geçmiş bayramınız kutlu olsun… Aslında yazı da uzadı gitti. Biz yaşlılar konuşmaya başlayınca, duramayız. İşte böyle, yazılar da yazıdan kısa öykülere dönüşebilir. Olsun! Dilediğimce… 🙂
Kurban Bayram’na da bir hafta kaldı ve yazıp masa üstüne attığım, bakarken denk geldiğim, bir daha okuyayım “neler geçmiş yazarken içimden” dediğim sevgili yazımın ilk paragrafını okuduktan sonra bu paragraf şekillendi. Daha uzatmadan, alt satırlara doğru gideyim, ekleyeceğim varsa devam edip yayımlayayım istiyorum. İstiyorum! Hele bir bakalım… 😉
Eskiler neredeyse her sözün başına “neredee eski …” diye başlarlardı, ben de öyle oldum, ben de eskilere karıştım çünkü. Hani bir eşyanın antika sayılabilmesi için en azından elli yıllık olması gerekir derler ya (demiyorlarsa da bunu şimdi ben uydurdum), o hesap… Biz elli yıl üzerine bir de yirmiyi ekleyeceğiz, eli kulağında. Hak ettik, dolu dolu… 😀
Eveeettt!!! Gelelim eski bayramlara ve “neredee o eski bayramlar” söylemimize.
Nasıl bir hevesle beklerdim bayramı, bilemezsiniz. Babaannem, siyah rugan ayakkabı alırdı… Severdim o zaman illâki parlak olacak, bir de üzerinde lâme süsü olursa tadından yenmez. Arada bir kırmızı ayakkabı ama yine rugan olacak… Parlayacak. Ne yapar eder, bir de elbise uydururlardı. Şu an hatırımda olan, hepsini yatağımın baş ucuna dizip, sabahı beklediğim. Uyuyamazdım, dayanamayıp sızardım sanırım. Karanlıkta, gözlerim sonuna kadar açık öylece yatardım, babaannemin koynunda… Bayram gününe has tarz, buydu. Kıpraşmama kim dayanır? Onun koynuna veriyorlardı, sâkinleşmem için. O gözlerim hangi ara kapanır da sabah gün ışıdığında yeniden açılıverirdi.
Babam sabah ve bayram namazını kılmak için camiye gider, kahvaltı hazırlanır ve gelmesi beklenirdi. İşte o çok şikâyet ettiğim dördüncü kız çocuğu olmanın iyi bir yanı; bu hazırlıklar beni hiiç ilgilendirmez, ben bir an önce bayramlıklarımı giymenin peşine düşerdim. İşim bitmeden, kimsenin rahat edebildiğini düşünemiyorum. Son olarak saçım taranır, ayakkabılarımı giyerim ve artık gitsin, kim ne yaparsa yapsın, serbest.
Annem kutuyla mendil alırdı. O mendillerin aralarına para konur, el öpmeye gelen çocuklara verilirdi. Bize de verirlerdi, o mendilleri kullanmadım, çok uzun süre sakladım, sonra verdim gitti.
Babam camiden gelince el öpme sırasına girilirdi. Sonra kahvaltıya ama benim önceden bir nutuk dinleme sürecim vardı babamdan, hiçbir bayram aksamayan “sakın sokağa çıkınca koşmayasın” diye başlayan. Haklıydı da hiç dinlemeyen bir ben vardı, bayramın ilk günü düşüp bir yerlerini yaralayan. Bir kez de hanım hanımcık ol… Yok!
Artık kahvaltıda ne yediysem, kalkmak için kıpır kıpır kıpırdanan beni zaptetmek, ne bileyim? O fasıl bitti mi ben kapının önüne ve bir kişi de cama beni uyarmak için yerlerimizi alırdık. Fırsatını bulduğum ilk anda yokuşun orta yerindeki evimizin önünden, o zamanlar mutlaka kösele taban olan ve feci kayan ayakkabımla bir koşu tutturur, vukuatımı yapar, eve birilerinin kolunda ya da kendim sürüklenerek gelirdim. Şeytan! Körolası, dürten o! Benim hiçbir suçum yok! Şu an bile nedenini çözemiyorum. Yasakların getirdiği dürtü desem… Belki o nutuğu çekmeseler aklıma bile gelmeyecek. Madem o beklentinin içindeler, olsun bitsin, o işi de aradan çıkartayım mı diye düşünüyordum? Sersem, salak işler…
Bu işi bitirip, üstüm başım temizlenip, yaram berem sarılınca, ikinci fasıl başlardı… Kimlerin elleri öpülmeye gidilecek? Üst katımızda oturan benden bir yaş büyük, ayrı okullara ama aynı sınıfa gittiğimiz bir kız arkadaşım vardı… İşte “Kimin eli ilk sırada öpülecek?”, “Kimlerin eli öpülmeli?” gibi soruların yanıtları o arkadaşımdaydı… Benim de işime geliyordu ki ses etmiyordum, yalan yok. Paraları topladığımız gibi doğruca Alptekin’e giderdik. O zamanları bilen Üsküdarlılar, Alptekin’i de bilir. Bir de Zeynel vardı ama ille de Alptekin… Oturma yerleri, güzel pastalar falan daha çekiciydi Allah için, favorimizdi.
Okula bile gitmiyorduk demiştim değil mi? O bayram öncesi dayısı evlenmişti arkadaşımın… Yeni gelin olayı, yeni gelin odası. Onlar el öpmeye gitmişler, odaları boşmuş diye oraya girmemiz için bir fikir geldi arkadaşımdan; “Aynalı masası, bir sürü makyaj malzemesi var. Süslenip gidelim, Alptekin’e. Güzel oluruz.”. İşin içinde süslenmek var, güzel olmak var… Bu işe atladım tabii. Biz yengenin odasına girdik, kimseye görünmemek için de çok dikkatli olduk. Makyaj masasında bulduğumuz bir rujla, ayna karşısında önce yanaklarımızı boyadık sonra da dudaklarımızı. Birbirimizi pek beğendik, çok güzel olmuştuk. Yine kimselere görünmeden evden çıktık, Alptekin’e gittik. Alptekin bir alt sokak bitiminde, caddede. Zaten tüm esnaf bizi tanıyor… Eskiden öyleydi, az ve öz topluluk… Herkesin birbirini tanıdığı.
Alptekin’de kurula kurula iki tane supangles istedik, tam o sırada radyoda “Yenge kızı allıdır, yanakları ballıdır” diye bir şarkı çalıyor. Biz birbirimize bakıp gururla gülümsüyoruz, yanaklarımız al, al ya. Yalnız biz suplarımızı söylerken hepsini tanıdığımız tezgâh arkasındaki amcalar, pastanedekiler, kasadaki abla falan bize gülerek bakıyordu… Dedik “Çok beğendiler.”. Yalana yalana suplarımızı yedik, dibini sıyırdık ve paramızı ödeyip çıktık. Başarmış olmanın haklı gururuyla eve bu kez korkusuzca döndük.
Evdekiler bu gurura katılmadıkları gibi 1- Haber vermeden gittiğimiz 2- Yüzümüzün hâli 3- Gelin odasına habersizce girip, ruju kullanılmaz hâle getirdiğimiz 4- Yatak örtüsü ve başka yerleri de ruj lekesi içinde bıraktığımız gibi saçma sebeplerle o güzel havamızı bozdular. Ne ceza aldık şu an bilemiyorum ama sıkı bir azar eşliğinde söylemişlerdi.
Bayram kutlamaları, bayram kaç günse o kadar sürerdi. Karşılıklı kutlama ziyaretleri yapılırdı. Bir telâş olurdu, böylece biz de aralarda denetimsizliğin, gözden kaçmanın fırsatlarını arardık…
Kahve! Ömrümce kokusunu, içmesini bu denli seveceğim başka bir şey yok diyebilirim. Beklerdim, evde kahve içilsin, bana koklama fırsatı çıksın. Kahve değirmeninde kim kahve çekiyorsa, dizi dibine otururdum… Arada bir çekirdek de verildiği olurdu. Ağzımın içinde çevirir durur, lezzetinin ve kokusunun hazzına varırdım. Bazen de içtiklerinde nasıl bakıyorsam, kıyamaz fincan tabağına döküp, azıcık tattırırlardı. İçersem “Arap” olurmuşum, rengim kararırmış. Aynaya bakıp, açık tenimi kontrol ederdim… Değişmediğini görünce, aldatıyorlar mı diye düşünürdüm.
Böyle bayram günleri, fırsat olurdu. Ev misafir dolu, fincan fincan kahveler dağıtılıyor, kokuları buram buram tütüyor… Zaman kolluyorum, fincanlar mutfağa gelecek, ben de diplerini sıyıracağım. Plân tamam, fincanlar mutfağa geldi ve ben birini elime aldım, parmağım hazır tam sıyıracağım, kolum dirseğimden kavrandı “Sen ne yaptığını sanıyorsun?”… Annem kolumu havada yakalamış, yanıt bekliyor. Aslında itiraf etmemi bekliyor, kaçış yok. Doğruyu söyledim. Sonra kahve yaptıklarında bana az da olsa içmem izni karşılığında, asla fincan dibi sıyırmama sözü aldılar. Hasta olan olurmuş, yarası olan olurmuş, asla öyle yapılmamalıymış… Düşündüm, doğru geldi, bir daha yapmadım.
Başta yazdığım gibi masa üstünde ilgimi çekip okuduğum bayram yazımı buraya dek yazmışım ve kalmış… Madem Kurban Bayram’ına neredeyse bir hafta kalmış, buradan onu da kutlayayım ve o bayramımızda olanlara da değineyim… Zaten aşmışım yaza yaza.
Kurban Bayramımız başka bir âlem… Her bayram bizim eve iki koyun alınırdı, biri babaannem ve biri de babam için. Sıratta üstlerine binip uçacaklar diye bilirdik. Annem bir kez de benim için kesin dedi ama onun için hiç kurban kesilmedi diye aklımda kalmış. Hepsine rahmet olsun, artık kim uçacak onu bilemiyorum. Sorma olanağı da yok onlara, bilinmezliklerdeler.
Alınan koyunların ille de kocaman kuyruğu olacak ve babaannem kuyruk yağına kavuşacak ama bizim kâbusumuz başlayacak. Faydasını falan bilemem ancak o kokunun şu andaki et nefretimle, bir gram yağ görmeye tahammülsüzlüğümle, kebapçıların da kâbusum olmasıyla anlatabilirim… Biz tüm kardeşlerin aynı doğrultuda olduğumuz gerçeğiyle bütünleştiririm.
Koyunların bir gün önceden gelmesi ve bahçeye bağlanması büyük olaydı. Ne olacaklarını bilmedikleri için onlara çok üzülür, yem verir ve su içirirdim. Gözlerinin içine bakar, onlara ne olacağını anlatamamanın üzüntüsünü çekerdim. Ben onlar için o kadar üzülürken, bir tanesi bana ihanet etti. Annem kümesten yumurta almamı istedi ki bu işi hiç sevmezdim, tam eğilmiş kümes dışından yumurta yeri kestirmeye çalışırken, bir tanesi bana tos attı, uçup çiçek tarhının kenarına kafamı vurdum. Pencereden beni izleyen büyüklerimden biri yardımıma koştu, kafam şişti tabii… Bir telâş. Neyse!
Babam koyunları islâmi usullere göre, kendi keserdi. Bıçaklar bileylenir, işlevlerine göre ayrılırdı. Babamın yardım edecek bir oğlu yok, dört kızız dizi dizi. Bayram namazından gelen babam doğru bahçeye giderdi, biz de peşinden. Sabah kahvaltısı yapılmazdı, kesilen koyunların ciğer, böbrek ve unuttuğum gibi organlarıyla oruç bozulurdu. Elektrik ızgaramız hazır beklerdi, bu nedenle. Bir çukur kazılır, koyunun gözleri bir bezle, üç ayağı da iple bağlanır ve başı dualarla o çukura uzatılırdı. Biz görevimizi beklerdik… Çok küçükten bu işlerin içinde oldum, evet!
Koyun kesildikten sonra babam ayağını diz bölgesinin bir yerinden çizer ve şişirirdi ki derisini kolayca soyabilelim. Şişince önce karnından çizer, yumruğuyla deriyi ayırıp bize hazırlardı. Ablalarım bıçakla sıyırırlardı, incecik ve zedelememeye dikkat ederek ve tabii ki ben de ısrarla katılırdım. Hiç çekinmedim bu işlerden, hep içinde oldum/olduk. Onların hassasiyetini bilemem ama küçücükten içinde olduysanız, doğal geliyor… En azından benim için öyle oldu ama keserkenki o çırpınış olayı hep zor geldi, gelmekte.
Sonra koyunu asar ve sırttaki deriyi alır, deri soyulunca da karnı gerçekten yarılır, içi boşaltılır, tek tek organlar ve parçalar olayına geçilirdi. Ben genelde ortalıkta koşturucu, aralarda getir götür işlerinde olurdum o sırada… Kahvaltı edeceğiz ya. Sağ böbrek sanırım çok özeldi, oruç bozmada… Ona, karışmasın diye ayrı bir hassasiyet gösterirdik.
Babamın bu koyun kesme durumu, hâlden düşünceye dek sürdü. Sonra biri bulundu, daha sonra da koyun kesilen camide sıra beklenildi… Hep sürdü. Evden ayrılınca ben, bağış yapmayı tercih ettik… Bekledik, kesildi, bağışladık. Sonrasında da bağışladık, makbuz geldi. Babam için hep aynı sisteme yakın sürdü.
Babaannemin bayramı derdik biz… O iki koyunu parçalar, komşuların alım güçlerine göre her bir parçayı ayrılır, bizlerin dağıtım süreci başlardı. Kıymetli kuyruk yağı altın yıldızıydı, kıymetlilerine verilirdi. Ev için helâl oranlı koyun parçası bize kalır, kalanı dağıtılır, kasap olayına geçilirdi. Kasaba beraber giderdik babaannemle. Etlerin şekline göre ayrılma durumu, kıyma olacaklar ve içine katılacak kuyruk yağı oranları babaannemce belirlenirdi. Biz de o etler bitene dek, içine girdiği yemeğe elimizi sürmez, pişerken yakınında dahi durmazdık. Şu an herhangi bir yemeğin içinde kuyruk yağı varsa ânında anlarım ve çok kötü olurum. Sorarım hatta “koyun eti mi ve kuyruk yağı var mı?” diye dışarıda et ve etli yemek yemek için çok zorunlu kalırsam. Kuru ekmeği yeğlerim… Ette görünen tek bir beyazlığa tahammül edemem. Pastırma severim, tek beyazlığı olmayacak… Yani yağlı bölümü.
Yeni evliyim, yan apartmanın alt katında kasap var. Tanıştık, oradan alışveriş ediyorum. Kıymalar en yağsızından, biftek alıyorum yağlarını temizletiyorum falan. Kasap bir gün bana “Siz et yediğinizi mi sanıyorsunuz?” dedi. Katı yağları eve sokmadım, hep zeytinyağı, şu an bile. Tereyağı da kâbus ama bıçağın ucuyla, gerekliyse yemeğe koyma gibi idare ederim.
Bendeki izi!!!!
Dört gün, bayram için uzun süre… Kurban bayramının son günü bayram gibi geçmedi hiç bende, bitse de işimize baksak modunda oldu. Zaten o çocukluğumun bayramları, sonrasında tatilde nereye gitsek ya da yazlığa gideriz şeklinde geçti hep. Hoş yazlıkta da ev modu olduğu için gelenek sürdü gibi oldu ya. Şimdi çocuklar bir uğrayıp, işlerine güçlerine bakıyorlar, tıpkı evden ayrılınca bizim zamanında anne babalarımıza yaptığımız gibi.
Hayat garip, yaşlanınca anlıyoruz falan değil… Bir döngü! Her yaşta yapacakların farklı olduğu gibi beklenti farklığı da normal.
Gençken bir dolu gelecek düşüncelerin oluyor, onları uygulama peşine düşüyorsun.
Sonra evlenince farklı sorumluluklar, farklı bir düzen ve çocuklar.
Çocuklar olunca kendini unutuyor, onlara iyi bir yaşantı ve gelecek için koşuşturuyorsun.
Çocuklar evlenip gidiyor, kendi başına değilsin, onlar hâlâ yaşantının içinde.
Çocuklarının çocukları oluyor, sen hâlâ çocuklarını ve hatta bu kez torunlarını da yaşantının içine alıyorsun.
Alıyorsun da aslında sen onların yaşantısı içinde değilsin, sen öyle sanıyorsun, onlar kendi yaşantılarında.
Döngü bu!
Son satırı yazdım ve bir düşünce akışı içinde buldum kendimi… Şeritler geçti. Çok yazacaklarım oluştu bir anda… Yazsan ne olacak? Sen yaşadığın ve yaşanmışlıkları gördüğün için tüm bunlar akışıyor. Taa ki yaşayacaklar ve yaşanmışlıkları gördükleri için akışıyor olup anlayacaklara dek bu döngü sürüp gidecek… Gelsin sonraki grup.
Adına “hayat” dedikleri döngü bu. Doğal olan da bu!
Yazmış mıydım bilemedim? Ortaokul ya da lise başlangıç yıllarım… Kız çocuklarının bitmez tükenmez “Hâtıra Defteri” tutma alışkanlıklarına ben de dâhildim. Hâlâ duruyor, saklıyorum, ara ara çıkarıp okuyorum. Herkese bir sayfa ayırmışım, peşlerini bırakmayıp yazdırdıklarım var. Ablamdan dolayı eniştem olan ağabeyim şöyle yazmış “İnsanlardan çok şey bekleme”. Oturup uzun uzun düşünmüştüm “beklenti” konusunda. Düşünüp, çözemediğin şeyi hayat yaşatarak öğretiyor.
Geçmiş Şeker Bayramımız ve gelecek Kurban Bayramımız kutlu olsun.
Sevgiyle…