Hayat! Yoğun bakım ünitesi! Huzurevi!
Hayat! Yoğun bakım ünitesi! Huzurevi!
Bu kaçıncı yazmak için boş sayfa açışım, bilmiyorum… Her keresinde bir ket vuruldu ya da ben başka bir ayrıntıya kapılıp gittim. Şu var ki sekiz, on tane yazmış olup da yayımlamadıklarım var. Hani demiştim ya ket vurmayacağım kendime, aklımdan geçeni yazacağım buraya diye… Olmuyor canlar, demesi kolay olsa da… Ahh! Yine kırılan kolların yen içinde kalışları……
Akşam akşam dedimse de gecenin bir yarısı, bana gün başlangıcı olan bir saatte dur Twitter’a girmedim bugün hiç neler olmuş göz atayım dedim, demez olaydım. Cumartesi gittiğim huzurevinin ağırlığını üstümden atamamışken katlandı, kanıyor duygularım.
Bir hastane, hem de özel ve hem de yoğun bakım ünitesi… Boğazına açılmış delikten soluklanan bir can ama yaşlı, hani artık ölmesi kimilerince farz kılınmış akıllarında. Yoğun bakımda akıllarınca dalga geçtiklerini sanan genç sağlık elemanları, görüntülüyorlar yaptıkları muhteşemlikleri ve bir de o küçük akıllarınca beğeni alacaklarını umarak sosyal medyada paylaşıyorlar. Hastanenin de kendilerinin de sonlarını hazırlıyorlar insanımsılar. Benim görselime kazınan o hanımefendinin gözlerindeki bakışlar… “Ben bu duruma düşecek kadın mıydım?”ı anlatan çaresiz bakışları, ses çıkmayan ağzı, dudaklarını oynatışları.
Bir hastane, hem de özel ve hem de yoğun bakım ünitesi… Dizi dizi canlar yatıyor. İki sağlıkçının konuşmalarından anladığım, dakikalar önce kalbe bağlı aletten uyarı sesinin geldiği, hastanın mosmor olduğu, orada bakmakla görevli birinin bunu duymadığı için müdahale etmediği falan. Aralarında tartışıyorlar, duymadığını söyleyen “Aaa! Mosmor mu olmuş? diyor. Mavi kod verelim ama dur nasıl vereceğiz, dur doktoru çağıralım, arrest olmuş, gülüşmeler, bir de durumu kurtarma heyecanları… İş işten geçtikten sonra, kuru gürültüler……
Geçtiğimiz günlerde gittiğim huzurevi zaten gözlerimin önündeyken… Katlanıp, kanıyor duygularım dediğim yerdeyim.
Uzun süre yaşayan her canlı yaşlılığı tadacak, her canlının ölümü tadacağı gibi.
Huzurevinde yaşayan yakınımız, bir cenazeye katılmış… “Karı koca buradalardı, kadın vefat etti, onu defnettik” diyor… “Mezarlıkta yer var mı?” peşinde artık. “Şu bölüme geldin mi artık, burayı terketme zamanın geldi demek.” diyor. “İyi ki emekli maaşım var ve burayı karşılayabiliyorum, zamanım geldiğinde, hazırım.” diye ekliyor. Biz gidiyoruz yalnızca ziyaretine ve onun yaşayan çocukları var.
Hiçbir gittiğimizde kapıda araba falan olmuyor… Bu kez iki araba görünce seviniyoruz “Yaşasın, birilerini görmeye gelmişler” diye… Öylesi.
Yine bir gün gittiğimizde bir hanımefendi getirdiler, çevresindekiler “Aaa! Bak ne güzel bir yer, bahçesi de var.” nidaları eşliğinde… “Bırakıp gittiler”. Dünya işleri öyle çok ki bir ziyarete ayıracak zaman bulunamıyor… Bulunamıyor işte.
Arkadaşlıklar kuruluyor, içeride… İçeride diyorum, dışarı çıkma günü var toplu olarak ve denetimli, ne işin varsa halledebileceğin zaman sınırında. Demirlerle çevrili ve çıkma yasağı var. Eğer sen çıkaracaksan, izne tâbi. Bunların yapılması ve önlem alınması çok gerekli, haklılar. Gel de içine sindir… Bu da apayrı bir konu.
Kendilerine ait oda, banyo ve tuvalet, bir de mini buzdolabı var. Güzel yanı bir de temiz hava alabileceğin minik bir balkon var, ağaçlara bakan. Yemekler saatli, çay saatli… Bu da hastane ortamını anımsatıyor.
Hayat; gençliğinde ailene, çocuklarına bakabilmek için koşuşturmalarla geçiyor, geçimlerinizi sağlamak amaçlı, maddi manevî… İş bitti yapı paydos diyene dek de yaşlılığında başını sokabilecek bir yere kapak atabilmek için arayışlarda ya da seni götürüp bırakabilecek bir yer bulunana dek. Oh! Huzur! Evi! Rahatsın kimseye yük olmadığın için ancak bir soru da “Ya aklım başımdan giderse, ya yatıp kalırsam?”. Hep boş düşünceler… Kaderciydim, iyice kadere bağladım. Kırmızı çizgim!
Alnına yazılan bir yazı var, yaşıyorsun. Verilmiş nefes sayın var, bitince gidiyorsun.
Gençliğin koşuşturmacası içinde bunları düşünmek aklına bile gelmiyor, doğruya doğru. Zamanı gelince kafana vura vura anlatıyorlar değil, düştüğün durumlar yaşatarak öğretiyor.
Hatalar insanlar için.. Ne oldum değil, ne olacağım demek gerek. Çok çeşitli çevrelerde bulundum, neler gördüm geçirdim, hayatın acımasızlığının, yapılan yanlış davranış ve seçimlerin getirisi ve götürüsünün vardıkları yerlere de tanık oldum. Hoş daha ne deneyimler vardır tanık olmadığım.
Her hayat bir roman… Buna içtenlikle katılıyorum.
Tüm bunları yazarken aklımdan geçenler, gözümün önüne gelenler film şeridi gibi akıp gidiyor.
Çok uzattım ama bir şey daha yazasım var. Çok önemli bir kesit hayattan ki ben bizzat yaşadım.
Babam polisti, aldığı maaş belli ve ilkesi beni karşısına alıp söylediği, benim de aklıma kazınan, o doğrultuda yaşamayı sürdürdüğüm “Bak kızım! Belki sizlere muhteşem bir hayat sürdüremedim ama başımı kimsenin önünde eğmedim.” sözleriydi. Kimsenin gözünün yaşına bakmadan, kimseye baş eğmeden, dürüst olarak sürdürdü mesleğini. Sirkeci Emniyet Amirliği 2. Şube’de görevliydi diyeyim, gidin o günlere bulun o şubenin önemini.
Biz beş çocuk, babaannem, kalabalık bir aileydik. Geçim sıkıntısı çekerek, tutumlu davranmayı öğrenerek büyüdük. En büyük ablama dikilen bir elbise, epreyinceye dek giyilirdi, sırayla. Ben dördüncü kızdım, beğendiğim elbiseleri olunca ablalarımın “n’olur eskimesin” diye dua etmişliğim vardır ki ben küçüğüm diye bu konuda kayrılmışlığım da olurdu… Yeni elbisem, ayakkabım babaannemin sâyesinde bayramlarda bana alınabilirdi.
Emekliliğinden sonra da çalışan babam bir daire sahibi oldu ama bizim de “borç yiğidin kamçısıdır” şeklinde sahip olduğumuz şekilde…
Bir polis amca vardı, iki oğlu bir de kızı vardı. Daha ilkokuldaydım. Benden birkaç yaş büyük kızı var diye oturmaya gittiklerinde, beni de götürürlerdi. Bir gün Beşiktaş’a gittik, evlerine… Mobilyalar, elektrikli aletler, koca koca avizeler, farklı bir yaşam şekli gelmişti bana… Analizci yapım devreye girmiş ki o yaşta içimde düşünceler üretmişim, kıyaslamalar yapmışım, nedenlerini içime yazmışım.
Evlendim gittim anababa evimizden. Bir gün uğradığımda babam çok üzgün ve sinirliydi. “Ben ona dedim, bu gidişin iyi değil diye” söyleniyor. Meğer o amcalar babamlara oturmaya gelmiş ve “ Eee! Senin evin var. Burada iki kişi yaşıyorsun. Biz de buraya yerleşeceğiz, bize bakacaksın.” demiş babama. Babam da “Ev üstüne ev mi olur? Ben sana zamanında söyledim, har vurup harman savurma diye. Benim bir emekli maaşım ve bir başımı soktuğum evim var. Bunları elde edebilmek için yaşadığım zorlu koşullarımı da unutmayalım.” demiş. Arkadaşı kıyametleri koparmış “Nasıl almazsın evine?” diye. Babam “Senin üç çocuğun dururken burada ne işin var?” dediğinde ise “Onların farklı yaşantıları var. Sen tam istediğim gibi yaşıyorsun.” diye yanıtlamış. Neredeyse “Sen bırak git, biz burada yaşayacağız”a getirmiş. Sonunda söylene söylene, bağıra çağıra evden gitmişler.
Babam bunları anlattığında, o küçücük yaşımda aklımdan geçenlerle bütünleştirip, kocaman bir ders çıkardım kendime.
Ne dedim ben “Her hayat bir roman… Buna içtenlikle katılıyorum.”.
Kaderciyim de.
Akılları kullanmak da bu kaderciliğin içinde. Nasip oluyor ya da olmuyor.
Bunları bir yere bağlamayacağım. İçinde alınması gereken çok ders var. Biraz oradan, biraz buradan.
Yazıyı da yayımlayacağım.
İçime atıp düşünmekten, sezişlerimin son nokta olmasından, kimseyi umursamayıp bildiğimi okumanın doğruya varmasından, bu uğurda verdiğim uğraşlardan………………….
Sevgiyle kalın.