Hayat! Yine hayat!
Bugün canım sıkıldı, darlandım diye düşünüyordum… Kaç gündür de laptopun başında zaman geçiriyorum, bir yazıya başlamayadım hayıflanmaları içinde. Gerçekten anılar, anılar sürekli üşüşüyorlar ve yazacaklarım ister istemez anılarıma dönüşüyor. İyi de başka ne bekleyebilirim?
Genelde evde zaman geçiriliyor. Bir yere gitmek istesen, uzaklaşamıyorsun fazla… Benzini hesaplayacaksın, nerede yemek yesen fazla açılmadan ayrı sorun.
Genelde Beylerbeyi’ne gidiyoruz ve turist gruplarıyla karşılaşıyorum sıklıkla. Bu aralar İtalyanlara denk geliyorum. Bencileyin yaşlılar… Fark onların dış ülkeleri gezebilecek durumda olmaları, biz şehrimizde kılı kırk yarıp, kısıtlı turlar atarken.
Yıllar önce kendi başıma takılırdım… “Aslında ben hep yalnızlığı seçmişim” gerçeği yine karşıma çıktı. Neyse o gün Sultanahmet’e gitmeyi seçmişim demek, Topkapı Sarayı’nın önünde salaş bir yerde oturmuş, çayımı yudumluyorum. Turist gruplarının biri gidiyor, biri geliyor… Genci, yaşlısı çeşitli. O zaman bir iç geçirip “Yaşlılığımda acaba ben de böyle gezebilecek miyim?” demiştim. Şu an bu satırları yazarken o aklıma geldi. Belki de “Yaşlılığımda ben de böyle gezeceğim” mi demeliydim? Hani “Evrene Mesaj” olayları var derler ya. Yanıtı işte burada.
Mumumu ve tütsümü yaktım, müziğimi açtım, yazmaya niyetlendim. Tınnn! Bir mesaj. Baktım, WhatsApp’tan gelmiş, hayatın geçişine dair… Müzik ve resimler eşliğinde bir derleme, araya izlerken hepten moral çöküntüsü yaşamayalım diye umut kırıntıları serpiştirilmiş. Gönderen de ben yaşlarda bir arkadaş. Hmm! Dedim, yalnız değilim… Demek canı sıkılıp, darlananlar da var ki bence çoğunlukta.
Gençlikte “ileride yaparım”lar, sonrasında çocukların “Aaa! Bu yaşta”larına dönüşüyor. İyi de arası yok ki!!! Zaten o ertelenenler de sağlığın gidiyor, bedenin karşılığını veremiyor, …, … ve derken yapılamazların arasına girebiliyor.
Gününe şükret, yaşamaya devam et!
Evliliğimin ilk yıllarında çalışıyordum. İş yerimiz Kabataş’taydı, evimiz Üsküdar’da… Öyle ki vapur Avrupa yakasına yanaşırken işyerini, Anadolu yakasına yanaşırken evi görüyordum. En sevdiğim işe gidiş gelişlerimdi. Arabalı vapur çalışırdı, iki yaka arasında. Deniz havası koklamak, Kız Kulemi görmek… Daha ne istenir? Vapura bindiğim gibi oracığa oturmak isterdim… Denize yakın, manzara eşsiz. Üst katından daha da muhteşem. Dokunmayın bana!
Öğle tatillerinde kıyıya inerdim, iş yerimiz vapur iskelesinin karşısındaydı. Bunaldıysam, sıkıldıysam bir avaza şarkı söylerdim… Öyle tenhaydı o zamanlar. Düşünün avaz avaz şarkı söyleyebilecek zaman aralığı bulabiliyordum, insan kalabalığı olmaksızın.
İş dönüşü iskelede bir sandviççimiz vardı. Sandviç içinde beyaz peynir, taze soğan ve yumurta dilimleri olurdu. Hemen bir kâğıda sarıp verirdi. Tabii ona ayıracak bütçeniz de olacak. Yoksa, benim sevdiceğim simitimi alırdım. Hem çalışıp, hem okuduğumuz ve hem de evli olduğunuz için koltuklara sığan karpuzların çokluğu, bir takım kolaylıklara iterdi. Geri dönüp bakınca, başardıklarımı sevgiyle anıyorum… Ben! Kime anlatsan masal gibi, abartı gelebilir. Şimdi farklı zorluklara göğüs geriliyor ancak bizler yetinmesini fazlasıyla bilen bir nesildik. Çünkü savaş sonrası büyümüş bir neslin elinde büyüdük. Yoktu!!!! Şimdi var, iç çekiliyor… Bu da farklı bir durum.
Her şey ortalarda… Giysiler, yemekler paylaşılıyor, gidilen yerler… Görsellere vurgulamalar yapılarak, daha da çekici duruma getiriliyor. Parası olan da olmayan da ulaşmak istiyor, iç geçiriyor. Teknolojiye yetişilemiyor. Sosyal medyada insanlar iç içe sanki… Farklı yerde karşılaşsan yanına gidip merhaba diyerek iki söz edemeyeceğin insanlara, isimsiz ve çalakalem sövüp sayabilme hakkını kendinde görebilenlerle dolup taşmış ortalık.
Görgü kuralı diye bir durum yok olmuş, yozlaşmayı özgürlük sanan bir dolu insan oluşmuş. Göz önünde olmayı isteyenler, tanınsın da nasıl tanınırsa tanınsın diye ortalıkta kol gezenler… Buna hiç akıl erdiremiyorum.
Feridun bey amca vardı, rahmet olsun ona… Belki de anlatmışımdır yazılarımın birinde, o aklıma gelir hemen… Bir İstanbul beyefendisi. Uzun pardesüsü, takım elbisesi, kravatı, bir elinde dikdörtgen siyah iş çantası, eğer yağmurluysa kolunda siyah, saplı şemsiyesi ve fötr şapkası… Son derece saygılı davranışları, muntazam bir Türkçesi. Hayranlıkla izlerdim onu. Bir çocukla dahi karşısında büyük insan varmışçasına yaptığı sohbetler, anlatım tarzı, kızmış olduğu bir durumda dahi kibarlığından ödün vermemesi…
Genelde, kendime örnek alabileceğim kişileri yakınıma soktuğumu ayrımsamış olabilirim.
Çook eskilere gittim, çok ki o zamanlar gençliğimin başlarındaymışım… Daha da eskiler var… Yıllaar, yıllar.
Yazarken kaç kez kendimi beyazlıklara kaptırmış buluyorum, bilemezsiniz… Sayfanın beyazlığına tabii. Uçup gidiyorum ama aklımda, kendimdeyim henüz. 😀
Sonuçta bir dolu yaşanmışlıklarım ve yaşayacaklarım arasında dolanıp durmaktayım. Bazı kez dengeyi tutturamıyor olabilsem de toparlanmam gerektiğimin bilincinde olduğum gerçeği yanı başımda. Kim üzülmeden, yıpranmadan atlatabiliyor o evreleri… İlle de dokunuyor bir yerlerinize.
Dilediğimce yazacağım demiştim ben… Bu da öyle bir tane.
Sağlıcakla kalalım, sevgiyle…