Oradan buradan…
Her yazıya başlayışımda “değişim” başlığı atmak geliyor aklıma… Yani o denli dümdüz bir yaşantım vardı ki belkide başkasına ufacık gelecek bir değişim ya da hiç umursamayacakları hatta, benim için “oldukça” ve “alışmaya çalıştığım” oldu. Yapım gereği değişimlere açık olmamamla, alıştıklarımla vedalaşamam nedeniyle de ilişkili olabilir. Örneğin kuaförümü bile değiştiremem… Çok gerekli olduğunda ya olmazsa diye bir tane aklımın yattığı ve gidebileceğim olabilir… O kadar. Saç şeklim, rengi, giysi seçimim, rengi, hep klâsik aynı tarzda gider… Tüm bu durum aklımda uçup gitmeme engel de olamaz. Bir anda âni bir atılım yapabildiğim de olmuştur. Sanırım için için işleyip, ölçüp biçiyor o geri plânda ve sonra “bom”… Yapıveriyorum.
Bir de detayım var benim… Anlatacağıma ya da yazıma başlamadan önce, nereye varacağıma dair uzun açıklamalarım. Bu durum da kadın olduğumla mı ilişkili, detaycılığımla mı, yanlış anlaşılıp sonra açıklamak zorunda kalmak istemememle mi? Bunu da bilemiyorum.
Huh! Daha giriş yapamadım… 🙁
Okumak, hüsn-ü hat yazıma başlamak, tezhibimin kontürlerini bitirmek… Yanı sıra evle ilgili işler ve yemek durumlarını da aksatmamak… Aklımın bir yanı bunları yapmak istiyor. Hepsini masaya diziyorum… Tekdüze bir tek iş, beni sıkar. Başlıyorum çalışmaya ve yazlığın sessizliği beni yazmaya itiyor bu kez… Haydi MacBook açılıyor ve yazmaya başlıyorum.
Radyo açık ve öyle az kanal çıkıyor ki bir tane çalana kilitleniyorum… O da sıktı iyi mi? Ney ve kanun eşliğinde “sufi” müziğim vardı benim… Dur onu dinleyeyim. İşlem tamam… Hafiften bir müzik artık sessizliğe eşlik eden. Şimdi ne gelecek aklıma merak içindeyim…
Hafiften bir rüzgar esti ve serinlik geldi. “Hah! Tamam işte beklediğimiz, meteorolojinin günlerdir uyardığı kütle geliyor sanırım.” diye geçiyor aklımdan ve başımı kaldırıp karşıya, denize bakıyorum… Güneş yok ama öyle gelmekte olan bulut karaltısı da yok… Var olan son derece dingin bir deniz, son derece durgun bir hava. “Daha buralara gelmiyor” diye düşünerek yine yazıma dönüyorum.
Dün evde temizlik vardı ve tam otuziki yıldır aralıklarla yardıma gelen bekçinin eşi geldi yine. “Yazın kimseyi istemiyorum, gelsinler.” diyor. “Kışın öyle yalnızız ki çağırsam da kimse gelmiyor. Şimdi de ben istemiyorum.” diye ekliyor. Haklı mı? Evet! Öyle ıssız ve terkedilmiş gibi duruyorki burası… Ben ki insan aramam, kahve içerken yanımda bir yoldaşım olsun istedim. Şunun şurasında kaç gün oldu geleli? O tüm yaşamını burada geçirdi, geçiriyor.
Temizlik süresince bir yandan iş yaparken, sürekli konuşuyor… Arada durup derin bir nefes alıyor, devam… Nefes almadan konuşmak bu olsa gerek dedim dün, kendi kendime. Bir ara yalnız bıraktım, baktım şarkı söylüyor. Belki de yalnızlık insanı bu duruma getiriyor… Kendi sesin olsun, bir ses duymak istiyorsun. Kolay değil!
Anlatıyor, anlatıyor ve bir de ben bunca yıldır burada oturduğum halde, ilgi alanım olmadığı için kimseyi tanımıyorum… Garibim bir de nerede oturduklarını söylüyor, tiplerini tarif ediyor… Bende tık yok. “Sana da bir şey anlatılmaz ki kimseyi tanımıyorsun.” diye söyleniyor… Ama anlatmaya tam gaz devam… 🙂 Dedim ki “Sen bunları bana anlat, ben not alayım, kitap haline getirelim.”. “Olur!” dedi… İyi mi?
Bir de aynı teklifi yeni taşındığım evin resepsiyonunda oturanlardan bir çalışana yaptım… Binden fazla hane… Aileler, öğrenciler, hastalanıp tedaviye gelen ve ev kiralamış kişiler, yalnız yaşayanlar, kaçamakçılar (ne diyeyim bilemedim), …, …, tür tür insanlar. “Kapı kapanır ve herkes kendi yazgısını yaşar” bu deyişimi pek bir beğenirim, bana öyle gelmekte. Beş dakika resepsiyona uğradığımda, eve girerken girip çıkanlara bakınca her biri bir hikâye diye baktığım insanlara denk gelebiliyorum… Ki orası şehrin göbeğinde.
Dönelim biz yetmiş kilometre yolla ıssızlığa bürünmüş, olduğumuz yere. Ne demiştim ben? Tamam! Anlatıyor, anlatıyordu bekçinin eşi ve ben çoğu kişiyi bilemiyordum… Ucundan yakaladığım iki tanesi etkiledi.
Zaten bildiğimiz şey, dışarıdan para kazanmaya gelen kadınların hikâyeleri… “Bakmaya doyamazsın, öyle güzel. Burada bir ev kiraladı.” diye başladı söze. Araya gireyim, ev dediği bakkaldan bozma bir daire… İlaveler yapılmış, pencere dedikleri yerlere kalın naylonlar konulmuş. Demek gözlerden uzak, ucuz diye adam kadını buraya getirmiş ve bildiğiniz kapatmış. Filmlerde olduğu gibi adam evli, çoluk çocuk sahibi. Kadının geldiği yerde bıraktığı çocukları varmış ve para göndermek istiyormuş ama adam para da vermiyormuş ki göndersin. Kadın bir kez kaçmak istemiş, adam yakalayıp geri getirmiş ve dövmüş.. Dövmek acı, kötü, aşağılayıcı bir eylem zaten ama adam ders vermek amaçlı dövmeyi de aşmış ve deyim yerindeyse ağzını yüzünü dağıtmış. Sonra da kadını yanında taşımaya başlamış……. Şikâyetler sonucu adam almış kadını, gitmiş… Sanırım yine gözden ırak bir yerlere… Bunlara bir yaptırım yok mu ya hu? Sinirim bozuluyor.
Bu yıl yazlığa geldiğimde gördüm… Zayıf bir genç kadın, güzeller güzeli onbeş onaltı yaşında bir kızın koluna girmiş dolaşmaktan geliyorlardı. Selâm verip, gülümsediler ve yanımdan geçip gittiler. Tablo çok hoştu… Ama gel gör ki o gülümsemenin ardında koca bir dram gizliymiş. Kadın kocasından boşanıp, çocuğuyla annesinin babasının evine geliyor. Baba çocukla hiç ilgilenmiyor. Anne çalışıyor ki ana baba evinde çocuğuyla yük olmasın. Aynı film gibi… Kader ördüğü ağlara yenisini ekliyor ki iyice sarmalasın, nefes aldırmasın. Bu güzel genç kız uyuşturucu bağımlısı oluyor. Evden kaçıyor, uyuştucu buluyor, içiyor, yakalayıp getiriyorlar, Amatem’de tedavi oluyor ama tedavi “hiç” oluyor… Yine uyuşturucuya başlıyor. Yine evden kaçıyor… İki ay ortada yok. Neyse polisler Anadolu’da bir ilimizde bulup, aileye teslim ediyorlar. Başında bir denetçi gerek ki kaçmasın… Olası mı? Geçen günlerde yine kaçmış, tinercilerin yanından alıp getirmişler. Eeee! Ne olacak sonuç? Zaptetmek için evde, uyuşturucu mu sağlayacaklar? İşte onlar da krize girdiğinde baş edebilmek için böyle gözlerden uzak yerlere gelmişler. Peki yaz gelip burası dolduğunda ne yapacaklar? Peki bu kızı nereye dek zaptedebilecekler? Peki bu kızın sonu ne olacak? Ev içinde beş altı kişi kalıyorlarmış… Ev yine aynı ev, bakkaldan bozma, pencereleri naylon örtülü.
Eğer sağlığın yerinde, iki üç kuruş yiyeceğin varsa şükredeceksin. Anlamsız paçavralar, üstün olma mobilyaları, hava atma arabaları, …, …, gibi anlamsız dünyalıklar peşinde için içini yemeyecek ve durup düşüneceksin…
Şükretmeyi unutan, ancak “alabilirsen” mutlu olmaya odaklandırılan, aptallaştırılan birer birey oldurma çabaları ortada… O ona, bu buna, şu şuna bakıyor ve haydiii koşun alışverişe.
TV’lerde yarışma programları, bir hırs bir hırs… TV’lerde ardı ardına diziler, karşısında esir alınmış kitleler… AVM denilen adı alışveriş, çocuğunu kapanın geldiği gezme yerleri… E! Gelmişken durulur mu? Giysi almasan da yiyecek, içeceksin ki bu da bir tüketim. Çocukların karnı acıkıyor, “al” diyor, oyuncak görüyor “al” diyor… Herkesin çocuğu kendine prens, prenses… Almasa bir türlü, alsa başka. Bu kez alanlara bir hırs… Bende yok onda niye var? Nasıl daha fazla para kazanabilirim? Kolay yoldan olsa ne güzel olacak…
İşte böyle böyle yozlaşma yoluna gidilir.
“Bizim zamanımızda” demeyeceğim, sıkıyor değil mi? Ama bizim zamanımızda… Ve hatta atalarımızın zamanına dek gitmeliyiz… Örnek alabilmek için… Ve hatta alabilmek değil ÖRNEK ALMAK İÇİN.
Sevgiyle kalın.