Yapayalnız !!
Epeyce oldu izleyeli… Hatta notlar almıştım, ben bunu yazmalıyım, “Neler oluyor hayatta?” diye anlatayım, dökeyim içimi demiştim. Günler sonra notlar elime geçti, şöyle bir okuyunca içime sıkıntılar bastı… “Olmasın böyle şeyler, aklıma getirmeyeceğim ve yazmayacağım” diyerek yırtıp attım notları ve aklımdan da attım… Attığımı sanmıştım… Taa ki günümüzde izlediğim belgesel gözlerimin önüne tüm ayrıntılarıyla gelinceğe değin.
Uzakdoğu ülkelerinin birinde, yaşlıların vardığı sonla ilgiliydi izlediklerim… Çoğunlukla yalnız başlarına, bir başlarına kalıyorlar, öylece yaşama tutunmaya çabalıyorlar, öylece “son” diyorlar… Bir başlarına! Günler ve hatta aylar sonra ölülerine ulaşılınca, anlaşılıyor söyledikleri. Ne acı ama ne gerçek bir durum… Yavaştan, dünya üzerinde çoğunlukların o durumlara geldiği düşünülürse…
Yıllar kovaladıkça birbirini, yaşadıkça yüze vuran gerçekleri, arttıkça deneyimin, …, karşına çıkıyor olanca görkemiyle… Ne görkem ama…
Büyüklerimi düşünüyorum, beni büyütenleri… Kuşkusuz farklı boyutlarda onların da yaşadıkları “benzer miydi?”… Bilemiyorum. “Bizim nesil” diye başlayınca onların daha farklı yaşadıklarını düşünüyorum. Bizler erkenden hayata atıldık, aileden beklentimizin olmaması gerekiyordu, yaşadıkların kendi seçimindi, her zorluğun altından kendin kalkmalıydın. Büyüttüklerimize de onu öğrettik, tek farkla… Çocuklukları, eğitimleri ve ötesi süresince “önce onlar” diyerek. Oysa biz büyürken “önce büyüklerimiz”di. Arada bir nesil olduk… Bize o denk geldi.
Bir eğitim testi çözerken karşılaştığım soru “Küçükken hangi yemeği çok severdin?”le karşılaştığımda, testi bırakıp hüngür hüngür ağlamıştım. Ellili yaşlarımda ilk kez böyle bir soruyla karşılaşıyordum… O güne dek kimse bana “ne sevdiğimi” sormamıştı… Önüme gelenle yetinmiş ya da bildiğimi okuyarak “asi” damgası yemiştim. “Kötü çocuk”, “söz dinlemez ergen”, “bu böyle işte”. Hiç övülmemiştim, hiç kimse güzelsin dememişti… İyi yanların, çalışkanlığın, başarıların sıradan gösterilerek, eleştirileceklerin ve hataların altın tepside sunulduğu bir ortam… Fazlalık hissettirilmek… Dibine dek! Güçsüzsen silinip gider, peyk olursun. Güçlüysen savaşımını sürdürür, ters düşme uğruna dik durur, sen olursun.
Ne zaman yazmaya başlasam, konu ne olursa olsun, içine yuvarlanıyorum… Aşamadığımı biliyorum. Derin yaralar kapanmıyor, azıcık eşele orada duruyor. Saçların arasında kalmış kafa yarığı gibi… Azıcık arala, dikiş izleri görünür ya… Öylesi!
“Yapayalnız” evliliğimin ilk başlarında aldığım kitabın adı. A. J. Cronin’in bu kitabını adı nedeniyle almış ve okurken yalnızlığın başka bir boyutuna ulaşmıştım… Yaşamım süresince benim de vardığım farklı yalnızlıklar olacağı gibi… Aslında severim yalnızlığımı, seçimim genelde kaymıştır, yadsıyamam… Severim kendime yetmenin özgürlüğünü, çoğunlukla… Haydi itiraf; genelde hep.
Döktüm mü içimi? Hazır mıyım yazmak istediğime varmaya? Eh işte!
Diyeceğim odur ki geldiğimiz gün, tüm yazılanlarımı kapsıyor gibi… “İzole yaşayın”!!! Bir hastalık türedi, şu an çaresiz kaldığımız, onu tanımaya çabaladığımız, her gün yeni bir tanıyla var olan… Covid19! Pandemi! Dünya çaresiz! Tez bulunsun çaresi, dualarımızda ve yitirilenlerin acısı ayrı, daha da yitip gitmesin kimse, çekilmesin o kahrolası son anlar. Ölüm gerçeğimizde, hayırlısı olsun dileklerimiz.
Hastanenin birinde, bir köşesinde tecrit, yanında yakının yok, acı içinde nefes almaya çabalayarak çırpınıyorsun ve son geliyor. Canlandırılanların, anlatılanlardan varıldığı kötü bir son. Sonrasında yine sarıp, sarmalanıp, izole giysilerde birkaç kişi yerine koyuyor seni… Musalla taşı, sevenlerin, okunan dualar, anılmaların yok. “Sen gittikten sonra ne yapacaksın?” değil buradaki… Bu gidişi biliyor olmanın bilincinde olarak olayı sürdürüşün… Yakınlarının şekle üzüntüleri. Zor günler, zor işlemler.
Sınavlar hiç bitmiyor… Çok sınandık bugüne dek, hiçbir şey sunulmadı önümüze, kazıyarak sahip olduk, o damlaların da gözü üstünde olanlarıyla, aralarda yaşıyoruz sandık. “Herkes haklı, bir ben haksız.” kim demişse iyi demiş… Öyle yaşanıp gidiyor. Savunma mekanizması kök salmış, tetikte… Olmazsa olmazı yaşamın… İster tartış, ister içinde yaşa. Gençlikte çoğunlukla var olan bu mekanizmanın, yıllar aldıkça “değer mi?” diyerek, uzaklaştıklarının sayısını arttırdığına geçiş süreci.
Hepimiz yapayalnızlığımızın içinde aslında ne denli kalabalığız.